Yurtta ve dünyada

Türk Tarih Kurumu Başkanı Metin Hülagü, geçen gün bir gazeteye röportaj vermiş. Neler yok ki içinde!

Ama okuduğumda -Cumhuriyet yıldönümüne denk düşmesinden mi ne- benim en çok ilgimi çeken Metin Bey’in “Yurtta sulh cihanda sulh” sözünü tarihe havale edişi oldu.

O zamanlar Türkiye yorgunmuş, savaştan yeni çıkmış kalkıp yayılmacılık yapacak hali yokmuş tabii. Ama şimdi durum değişik... imiş.

Adına röportaj yapılan gazete aynı yolun yolcusu olsa bile, gazeteci gazeteciliğini yapıyor ve hocaya “savaşalım mı yani” tadında bir soru yöneltiyor. TTK Başkanı “yok canım”la bir manevra deniyor ve işi sıkı biçimde demagojiye vurup ulus-devletin ve başka şeylerin de değişmesi gerektiğini anlatıyor...

“Yurtta sulh cihanda sulh”un devri geçtiğinde “her yerde savaş”a varacağımız bütün açıklığıyla duruyor oysa. “Her şey değişir” doğru olmakla birlikte değişimi açıklayan bir deyim değil. Barış politikası neden değişecekmiş ki?

Bana sorarsanız, Mustafa Kemal’in bu sözünde yapılabilecek biricik değişiklik “Yurtta barış dünyada barış” olurdu. Az değil, dört sözcüğün üçünü değiştirmiş olurduk!

Ama o kadar.

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın ardından savaş yorgunu olduğu doğrudur. Gerçekten de ülke on yılda olağanüstü hırpalanmış, yüzyılın başlarında var olan, özellikle 1908 sonrasında gelişen sınai yapıyı yitirmişti. İşgücü azaldığı gibi, burjuva sınıfın İstanbul’daki öncü kolunu oluşturan Rum, Anadolu’da yaygın birikimi temsil eden Ermeni fraksiyonları fiziki anlamda tasfiyeye uğramışlardı.

Yani gerçekten de Türkiye’nin yayılmacılığa mecali yoktu.

Ama bu gerçekçiliğin bir siyasi lidere veya harekete nasip olması için başka şeyler de gerekir. Uzağa gitmeyelim. Erdoğan’ın, Haziran’da son perdenin zilini duyduğunda Suriye’ye saldırma sevdasına nasıl düştüğünü hatırlayalım. Oysa AKP’nin Türkiye’yi savaştırma ehliyeti hiç olmamıştı! Enver Paşa da ülkenin savaşma yeteneğini yitirdiğini algılamamıştı. Abdülhamit İslam dünyasını atağa kaldırma rüyası görürken ayağının altındaki zemin eriyordu...

Cumhuriyet’in kurucuları da pekala içine düştükleri sıkışıklıktan kurtulmak, en az on yıl yitirmiş olmanın acısını çıkartmak için sağa sola sataşmaya kalkabilirlerdi. Elbette Fransa ve Britanya’nın tuttuğu coğrafyaları kurcalamak yerinde olmazdı. Ama başka maceralar, aransa kesin bulunurdu...

Cumhuriyet barışı tercih ettiyse, burada emperyalist stratejinin tuzağının üstünden atlama çabasını da görmek gerekir. Osmanlı’nın emperyalist cendereye paçayı kaptırdığı tarih diliminde bu tuzaklardan çok var. Türkiye’yi bir savaşa itmeye veya kışkırtmaya defalarca kalkışan emperyalistlerin ilkesinin ne olduğu açık: Bizim coğrafyamızda belirli bir büyüklükte ve kendine yeterlilikte, özerk bir yapının serpilmesine ret!

Türkiye için savaş hep tuzak, hep maceradır. Emperyalizmin üstüne çizik çekmek için fırsat kolladığı bir ülke, asıl düşmanına fırsat vermemelidir. Bu tutum bugün de geçerli ve değerli. Türkiye egemen güçlerinin ülke sınırlarının ötesine uzanan emelleri, yalnızca dışarda başarısızlığa mahkum olmakla kalmaz, iç dokunun da çözülmesine neden olur. Sistemin bağımlıları arasındaysanız haddinizi bileceksiniz.

Atatürk döneminde Türkiye’nin emperyalistler arasına katılma şansı yoktu. O halde barış bir varoluş stratejisiydi.

Kuşkusuz daha iyisi bulunabilir, Türkiye bir anti-emperyalist sosyalist direnişin ülkesi olabilirdi. Ama bunun için, solu bloke edilmiş bir Cumhuriyet yetmezdi.

Davutoğlu ve tarihçileri Kemalist barış politikasını bir sünepelik olarak mahkum ediyorlar kendilerince. Geriye savaş kışkırtmak ve hazırlamak kalıyor.
Bunlar güçlenen bir Türkiye’nin etrafa saldırmak için çeşitli avantajlara sahip olacağını düşünürler ve emperyalizmin en fazla aktif taşeronu haline gelirler.

Bizim Türkiyemiz, ne kadar gücü varsa yurtta ve dünyada barışı korumaya sevk edecektir.