Yeni rejimi isteyenler parmak kaldırsın

Türkiye’nin tarihsel bir meselesi emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkileridir. Resmi muhalefetin bu konuda en ufak bir itirazı yoktur.

Evet, zaman zaman CHP ve MHP’den (ve artık İyiP’den) Türkiye’nin dış dünya karşısında yeterince başı dik durmadığı yönünde eleştiriler gelir. Ancak başını dik tutmaktan anladıkları sorun çıkartmamaktır. İlişkilerin bozulmasından kaygılanırlar; o kadar. Bu kaygı tamamen sermaye düzenine özgüdür. Sermaye istikrar ister. Hammadde, teknoloji, pazar, kredi… her neyse, bir biçimde bağlı olduğu yabancı sermayeyle gerginlik istemez. İstikrar düzen ideolojisinin vazgeçilmez unsurudur ve halk kitlelerine de çıkarlarının burada olduğu algısı yayılır. İstikrarsızlık, pahalılık getirir, işsizlik getirir… Doğrudur da.

Ama o halde AKP’nin dış dünyayla ilişkilerinde daha uyumlu, dolayısıyla daha bağımlı bir Türkiye profili vermesi durumunda muhaliflerimiz tatmin olacaklardır. Zaten geçmişte de böyle olmuş, hep bir ağızdan Gümrük Birliği’ni, AB rezaletini desteklemişlerdir.

Bağımlılıkla ilgili diğer spesifik bir eleştiri, Batı’nın çoğu zaman Kürtleri veya başka merkezkaç güçleri, Türkiye’nin rakibi sayılan birilerini desteklemesi üstünden gündeme gelir. Burada da “Amerikan tıraşı yapmamak” veya şu veya bu ülkeden gelmiş bir tüketim malını sokak ortasında kırmak türünden nafile ve göstermelik işler yapılır. Kimse üsleri kapatmayı, NATO’dan çıkmayı, borçları silmeyi, borsanın kimin elinde olduğunu düşünmez. Demagojik yüzey biraz kazındığında ortaya kabak gibi gerçek çıkıverir: İktidarıyla muhalefetiyle düzen Türkiye’nin muhtemel ve potansiyel rakiplerine göre ilgili Batı ülkesine daha, daha, daha yakın olmasını amaçlar.

Bu kervana az önce sayılan geleneksel düzen akımlarından başka artık Kürt ulusal hareketi de eklenmiştir. Bu hareketin işi biraz daha çetrefillidir. Zira başkaları uygar Batı’ya emperyalist falan denmesini reddederken, bu örnekte siyaset dilinde solcu tınılar “kültürel mirasın” parçasıdır. Dolayısıyla Kürt hareketinin “ABD’yle stratejik müttefikiz, üs kurmaları normaldir, AB veya BM içerdeki süreçlere müdahale etmelidir” türünden söylemleri görece yeni ve sancılıdır. Ama sonuçta bu hareket de, rakiplerine ve iktidara göre Batıya daha, daha, daha yakın bir yere yerleşme politikasını benimsemektedir.

***

Türkiye’nin bir diğer tarihsel meselesi yağmacılıktır. Geçmişte vergi kaçıranlardan, rüşvet veren ve alanlardan, hayali ihracat yapanlardan geçen sınır çizgisi son 25-30 yılda alabildiğine esnedi, alan genişledi. Karayolu, köprü, AVM dahil tüm inşaat sektörü, özel hastaneler, özel okullar, abuk sabuk vergiler, belediyeciliğin olağan hali, neredeyse bedavaya kaçak veya çocuk işçi çalıştıran bütün sektörler, özetle Türkiye ekonomisinin bütünü yağmalama üstüne kurulu hale geldi.

Hal böyle olunca düzen partileri arasında şu veya bu ihaleye, şu veya bu soyguna itiraz eden, belirli bir özelleştirmeyi eleştirenler olabilse de, özelleştirmecilik bir tabudur.

CHP ve HDP içindeki sol damarlar, bazen işi anti-kapitalizme kadar vardırırlar. Lakin taşeronun girmediği belediyesi kalmamış olan bu partiler aslında “yalandan kim ölmüş” deyimine sığınmaktadırlar.

***

Bir diğer ve giderek irileşen mesele dinselleşmedir. Sünni İslam’ın girmedik delik bırakmaması karşısında vaazını Kürtçe vermeyi bir mücadele biçimi olarak icat edenlere ne denebilir?

“Helal et” kavramı gündelik yaşamın din tarafından istilasıdır ve şimdi sosyal-demokrasinin laikliği ithal etin besmelesiz kesilmesine kadar gitmiştir.

İmam Hatiplere karşı duran bir düzen partisi yoktur.

Diyanet’in kapatılması talebini benimseyen çoğu düzen içi muhalifin birkaç yıl önce Diyanet’te bütün dinler ve mezheplerin temsil edilmesini istedikleri unutulmuştur.

Türkiye sağı hiçbir zaman laik olmadı. Dinselleşen Türkiye’de düzen solu da laikliği bıraktı.

***

İsterseniz bir de AKP’nin totaliter, baskıcı gidişatını ekleyelim yukarıdaki maddelere.

Hitler’in de seçimle iktidara geldiğini artık herkes biliyor, değil mi? O halde on beş yıl öncesinden başlayarak AKP’nin kazandığı seçim sonuçlarına saygı beyan eden muhalefetin demokrasi veya özgürlük aşığı olduğu yalandır. Çünkü onlar o zaman da biliyorlardı Hitler’in serüvenini!

Eğer bu bildik muhalefetlerdenseniz, sayımda hile yapıldığını ilan etmenizle kazananı tebrik etmeniz arasındaki zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir.Tarihin en demokratik kitle hareketini seçilmiş hükümete karşı darbe hazırlığı, hareketin ideolojik karakterini de milliyetçilik olarak yorumlayanlar mı özgürlükçü? Görevden alınan HDP’li belediye başkanı olunca itiraz etmeyip, AKP’li kenara itildiğinde sesini yükseltmek şaşkınlık olmuyor mu? Ya seçilmiş başkanın yerine konan imam kayyumlarla iş görmeyi içine sindirenler! Peki Başkanlık seçiminde adayınız kim olacak? Tek adam o değil de, sizden mi olsun, diyorsunuz?

***

Şimdi bu verilerle desek ki, “AKP’nin istediği yeni rejimi reddedenler parmak kaldırsın”, ortaya çok ama çok tuhaf bir manzara çıkar.

Düzen partilerinden samimi bir yanıt gelecekse, önce soruda düzeltme isteyeceklerdir: “AKP’nin değil de Erdoğan’ın yeni rejimi desek…”

Bunlar, sorunu emperyalist bağımlılıktan, sermaye yağmasından, yobazlıktan, totaliterleşmeden çıkarıp Tayyip veya saray sorunu haline getirmekte, Tayyipsiz bağımlılık, Tayyipsiz sömürü, Tayyipsiz dinselleşme, Tayyipsiz diktatörlüğe evet demektedirler.

***

Peki “doğru soru” düzen partilerinin sorumlularına değil de halka sorulsa sizce ne sonuç alınır?

Herhangi bir halk ikiyüzlülüğün egemenliğini ilan edebilir mi? Ettiğinde halk olmaktan çıkmaz mı? Halkın yanıtı bellidir!

Doğru soruyu emekçi halka götürmek, emekçilerin yalın yanıtını almak, bu yanıtı örgütlemek, bunlar için örgütlenmek…

Bu gayet sade görev komünistleri tarif ediyor. Bu görevle donanmış komünistlerin marjinal, küçük falan kalması saçma, hatta imkansızdır. Türkiye’de bu tabloda solun büyümesi için koşullar elverişlidir.

Bugün 28 Ekim 2017. İzmir’deyiz. Cumhuriyet ve sosyalizm için yeni bir sayfa açacağız.