Vezir - rezil

12 Kasım 2012'de SOL GAZETESİ'NDE "VAKİT TAMAM" adlı köşede yayımlanmıştır. Aydemir Güler'in soL Gazetesi yazılarını pazartesi ve cuma günleri okuyabilirsiniz.

Siyasi iktidarlar çaresizliklerini ilan edemezler. İş o noktaya gelirse ilgili hesap verecektir çünkü. Bu durumda sorumluluk başkalarına, iyisi mi halka yıkılmalıdır.
Bu edepsiz mekanizma, 1999 depremiyle başladı veya görünürlük kazandı. “Depremle yaşamaya alışmalıyız.” Akla yatkın gibi görünen bu laf bir deli zırvası, sorumluluğu halka yıkma operasyonunun ambalajıydı.
Ne yapacaktı, halk? İnşaat denetimini mi üstlenecekti? Fay hattına kurulmuş tuzaklardan nasıl kaçacaktı? Binlerce binanın kontrolden geçirilmesini herkes kendi başına mı halledecekti?
Kâr hırsının insan yaşamını hiçe sayan kanlı sicili ortadayken, çocuklarını kuşkulu okullara, hastalarını kuşkulu hastanelere göndermek durumunda olan ve işlerini kuşkulu devlet dairelerinde takip eden sıradan insanlar nasıl alışacaklardı depremle beraber yaşamaya!
O günlerde enkaz altında hayatta kalma olasılığını arttırmak için evinde sığınılacak kovuk anlamına “yaşam üçgeni” şekillendirmeye çalışanlar, başucuna gece susadığında içmek için bir bardak su yerine, enkaz altında direnci uzatmak için dolu matara koyanlar, yastığının altına fener ve düdük saklayanlar çoğaldı. Bu “çareler” binleri ölüme sürükleyen kâr hırsını örtüyordu aslında...
Mucitler icatlarını pek sevmiş olacaklar ki, şiddetli yağmur yağmadan önce insanlar “tedbir almaya” çağrılır oldu. Ne yapacaktı sel tehdidi karşısında insanlar? Geceyi üst kat komşularında mı geçireceklerdi, yoksa kapıların ardına kum torbası mı yığacaklardı? Sorun evden çıkarken şemsiyeyi unutmamaktan ibaretti eskiden. Oysa artık kentler, yine kuşkusuz kâr hırsı için su yollarının tıkandığı sel tuzakları haline gelmişlerdi. Her defasında, erkin sahipleri altında kaldıkları ağırlığı iki topa dönüştürüp birini tanrıya, diğerine halka attılar. “Görülmemiş bir yağış olmuştu, bu bir tufandı, yapacak bir şey yoktu.” Ve insanlar önceden tedbir almış olmalıydı!
Mekanizma çalışmaya devam ediyor ve yeni başlıklara adapte ediliyor.
Son zamanlarda Türkiye’nin zorunlu askerliğini yapmakta olan gençleri, devam eden çatışmaların dışında başka nedenlerle ölüyorlar. Cephanelikler havaya uçuyor, helikopterler fırtınada düşüyor. Olayın ya görülmemiş, akla hayale gelmeyecek bir kaza olduğunu öğreniyoruz, ya da öylesi bir fırtınaya herhangi bir hava taşıtının asla dayanamayacağını. Erk sahipleri kaçmaya devam ediyorlar...
Felaketlerin artarak süreceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Türkiye adını andığımız hırsla kentlere daha fazla otomobil sığdırmaya çalışacak ve dolayısıyla havanın her değişimi, doğanın hikmeti sayılan bir trafik kaosu veya sürücülerin tedbirsizliği diye karşımıza çıkacak. Elbette memlekette deprem olacak ve vurdumduymaz sakinlerince kontrol edilmemiş evler çökecek. Askeri mobilizasyon hızlanarak sürüp gidecek ve “kazalar” birbirini izleyecek...
Bu tablo hırsın tatmininin makul bir bedeli olmaktan çıkmakta ve Türkiye freni patlamış bir kamyona benzemektedir. Bu gidişin faturası birine mutlaka çıkacaktır.
Bana sorarsanız, düzenin on yıldır en güçlü adamı olarak sivrilen kimse ona çıkacaktır!
Bütün yolların bir “şef”ten geçmesi AKP’nin güç kaynağıydı. Şimdi aynı mekanizma dün vezir ettiğini rezil etmeye yarayacak.
Erdoğan önceden bilinen bir tarihte kendini yurtdışına atabilir. Ama önceden kestirilmesi mümkün olmayan o kadar çok tarih var ki!