Tayyip’siz Türkiye AYDEMİR GÜLER

Kapatma davasının sonrası tartışılıyor.

Daha doğrusu, AKP'nin kapatılması ve Erdoğan dahil kimi kadrolarının milletvekilliğinin düşürülmesinden sonrası... Zira, AKP ve Fethullah kanadının yargıya yönelik yürüttükleri huruç harekatının mahkemeye kapatma dışında bir seçenek bırakmadığı, türban konusundaki anayasa değişikliğinin oylama tablosu ile beraber açıklık kazanmış bulunuyor.

Birinci belirsizlik, kapatma halinde görevi sürecek olan milletvekillerince kurulacak yeni partinin ne yapacağı ile ilgili. Burada anahtar Erdoğan olsa gerek. Ne söz konusu hareket yeni bir lider çıkartabilir gibi görünüyor, ne mevcut liderini feda edecek bir partinin geleceği olur, ne de Erdoğan'ın kendisinin pes edeceği var. Dolayısıyla izlenecek yol, Kanadoğlu ara seçimle geri dönüşün imkansız olduğunu "yorumladıktan" sonra erken genel seçimden başka bir şey değil. Ama dedim ya, bu seçenek bir belirsizlik konusu olmaya devam edecek...

İkinci belirsizlik, yeni partinin bütünlüğünü koruyup koruyamayacağı. AKP hakkındaki spekülatif değerlendirmeler ya da manipülasyonlar, Erdoğan-Gül, liberaller-dinciler, Nakşiler-Nurcular, tarikat-parti gibi olası ayrışma eksenleri çiziyor. Bir kez daha burada da anahtar aynı. Erdoğan'ın ipleri elinde tutmaya devam ettiği bir tabloda, kimisi gerçek kimisi uydurma olan bütün eksenlerin etkisizleşeceğini düşünebiliriz.

Üçüncüsü, yeni partinin engellenmesi olasılığıdır. Teorik olarak, yeni bir soruşturmayla, "kapatılan bir partinin devamı olunamayacağı" hükmünün siyasal tarihimizde ilk kez işletilmesi mümkündür. Ama bu teori fazla somuttur. Bu hükmün devreye girmesinde hukuksal, ama daha önemlisi siyasal engeller olduğu açık. Güçler dengesinin, artık o kadarına da izin vermeyeceğini bugünden söyleyebiliriz. Engelleme değil, ama hırpalamaya çalışma ise muhtemeldir.

Dördüncü belirsizlik, partiyle uğraşmak yerine anahtara odaklanmaktır. Örneğin kimi yorumlarda işaret edildiği gibi Erdoğan'ın mahkemelik olması, daha doğrusu dokunulmazlık perdesinin kalkmasıyla beraber askıda duran davaların sökün etmesi. Ancak bu noktada tablonun bile isteye mi belirsiz bırakıldığı, yoksa "laik cephe"nin içinde ayrılık mı yaşandığı bilinmiyor. Baykal'ın, Erdoğan'ın Yüce Divana gitmesinden yana olduğu görülüyor. Kanadoğlu ise bir yandan Gül'ün yargılanmasının önünde herhangi bir engel olmadığını söylerken, diğer yandan Erdoğan'a bir genel seçim sonrasında başbakanlık kapısının açık olduğu mesajını iletiyor. Tabi bu noktada da, sonuç güçler dengesine göre belirlenecektir. Bugünün -her gün değişme olasılığı yüksek olan- verilerine bakarsak, Erdoğan'ı resmi siyaset alanından ihraç edecek bir kuvvetin var olmadığı sonucuna ulaşmak gerekir. Aynı kişi yine anahtar konumdadır.

Burada, isterseniz bir beşinci soru da sorulabilir. "Laik cephe"nin asıl unsuru olan TSK'nın ne zaman ne kadar "provoke" olacağıdır bu soru. Müstakbel genelkurmay başkanının kendi alanı dışına çıkmadığı, asla gelişigüzel iş yapmadığı, son derece kuralcı olduğu yolunda yaygınlaşmaya devam eden "kişilik analizleri"ni, yeni dönemde yeni uzlaşmanın işareti veya önerisi olarak okumak yanlış olmaz. Ancak daha önceleri defalarca söylediğimiz gibi, söz konusu olan, çok sayıda kadrosu, tabanı, çıkar ilişkileri ve toplumsallığı olan bir kurumsallıktır ve siyasetin yasalarına tabidir. Siyaset kuralcılık dinlemez. Siyaset kuralların zorlanmasıdır. Anayasa mahkemesinin başka bir karar alma seçeneğinin kalmaması gibi, TSK'nın da AsParti'yi yeniden sahaya sürmesi kaçınılmaz olabilir.

Bir altıncısı, olası seçimde AKP mirasçılarının oylarını ilgilendiren belirsizliktir. Bu kadar badirenin ardından oyların azalması ciddi bir olasılık olarak görünmektedir. Ama azalmanın kendisi kadar oranı da önem taşır. Bir batılı banka için yapılan araştırmaya göre Tayyip'siz bir AKP oy kaybedecektir...

Tüm bu başlıklarda zeminin netlikle görülür hale gelmesi için zamanın akması gerekiyor. Tabi, akışın Türkiye'nin sınırlarının ötesinde de sürdüğünü ihmal etmeksizin. Ekonomik bunalım, Ortadoğu süreçleri vb...

Ancak kesin konuşmak için zamanın yeterince aktığı boyutlar da var.

Birincisi, dikkatli okurun yukarıdaki kullandığım tırnak işaretinden algıladığı gibi, ortada bir laik cephenin var olmamasıdır. 12 Eylül'le, 12 Eylül'ün Türk-İslam senteziyle hesaplaşmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlerin laikliğine neden inanalım? 28 Şubat'ın, dinci gericiliği yalnızca daha güçlü biçimde geri gelmek üzere ertelemeye yaradığını nasıl unutalım? Erbakan'ın tasfiyesinden doğan Erdoğan, hocasının çok ötesine geçmedi mi? Türkiye'nin bir uygulanmamış yargı kararları mezarlığı olduğunu, laik veya dinci hükümetlerin özelleştirmeye çomak sokan bir dizi kararı uygulamayacaklarını alenen ilan ettiklerini, uygulamadıklarını ve hiçbir şey olmadığını aklımıza getirmeyelim mi?

Kesin olanlardan biri, bizim 28 Şubat günlerinde afiş yapıp ilan ettiğimiz sloganın doğruluğudur: Gericiliğe karşı mücadele bizim işimizdir!

Kesin olanlardan bir diğeri, kapatma davası için söylediğimiz ilk sözün geçerliliğidir: Halkımız kendi işini kendi görmelidir!

Bunlar olmadan "Tayyip'siz Türkiye"nin hayal olduğu da kesindir.