Suriye’de nihai zafer mi?

Komşu ülke daha çok su kaldırmaya devam edecek. Geçen haftaki gezi izlenimleri yazısından sonra da dünyamızın bu yöresi durmaksızın fokurdamalara sahne oldu.

Ama ben yirmi gün önce Şam’dayken düşündüklerimle ve tartıştıklarımla sınırlayacağım kendimi…

Biz oradayken toplanan İstanbul zirvesi kuşkusuz önemliydi ve İdlib mutabakatı sonrası kritik bir momenti oluşturuyordu.

Gerçek ev sahibi Rusya’nın ve orada olmayan ABD’nin sahada tuttukları pozisyonları biliyoruz. Konuklardan Fransa’nın eski av sahasına geri dönme tutkusunu da… Kendi payıma Macron’un, Fransız emperyalizminin -İngilizce looser’dan Türkçeye çevrilmiş haliyle “kaybeden” veya- kendi diliyle “raté” karakterini değiştirebileceğine inanmıyorum. Fransa’nın derdi hayallerinin boyunu aşıyor ve şatafatlı günlerine dönme ihtimali ihmal edilebilir ölçüde zayıf görünüyor. Avrupa Ordusu önerisiyle bir çıkış yapayım derken, aslında siyasette en önemli iktidar aracından yoksun olduğunu ilan eden bir ülkedir Fransa. Macron’un İstanbul’da “İdlib’deki cihatçılara saldırılırsa, bunlar bize, yani memleketlerine terörist olarak döner” diye aman dilemesi, Avrupa’dan para sızdırmaya çalışıp duran AKP’nin yanında bile Paris’in ne derece hafif kaldığını gösteriyordu.

Almanya ise başka bir olgu. Herkesin her an dostunu ve düşmanını değiştirebildiği bir kriz çağında Almanya’nın daha büyük serüvenlere atılmasının önünde temel bir engel var. Adama demezler mi, sen önce kendi arka bahçeni, Avrupa’yı bir hale yola sok diye?

Ama İstanbul zirvesi, bileşenlerinden daha önemliydi. Rusya ittifaklar sistemini iskambil kâğıdı gibi her karıştırışında elindeki kozları arttırıyor. Türkiye ise ne zaman tanımlı bir masada gündem sistematize edilmeye kalkışılsa inandırıcılığı tükenen ama masadan kalkıldığı an bin bir dolap çevirme becerisini koruyan bir aktör. Başına buyrukluk, kuralsızlık neo-liberalizmin sakil ilkesiydi. Kriz çağında en kritik güç kaynağı haline geldi. Dünya “ben yaptım olduculukla” yönetiliyor. Emperyalizm orman kanunudur. Günümüz emperyalist sistemi bunun ifrat çağıdır.

İdlib’de bir cihatçılar güruhu AKP tarafından, sözde tasfiye etmek üzere, pratikte himaye altına alındı. Gerçeği herkes biliyor ve Ankara’nın cihatçıları tasfiyeye kalkışmaması, bu bilenlere göreli üstünlük sağlıyor. Lakin Türkiye temsilcilerinin yüzlerinin kızarmayacağı sabittir ve bu belirsiz süreli himaye ilişkisi, AKP’nin Suriye sınırları içinde bir askeri-stratejik olanağı elinde tutması anlamına da gelmektedir. İdlib’deki durumun sürmesi Erdoğan-Çavuşoğlu’nu ikna edicilik, rasyonellik zemininde geriletirken, sahada etkinliğini koruması sonucunu veriyor.

Şam ise “fiziken bulunmadığımız masalarda da siyaseten mevcut olduğumuzu varsayın”, demeye getiriyor: “Rus dostlarımızla koordinasyon içinde çalışıyoruz.”

Doğrudur… İdlib’de anlaşma arifesinde sorunu askeri operasyon yoluyla sıfırlama noktasına gelmişti Baas; ama “Savaşı kazanmışız, birkaç bölgede süregiden sorunlar artık çözüm kanalına sokulmuş durumda. İnisiyatif bizde. Neden acele edelim, neden daha fazla kayıp vermekten kaçınmak mümkünken bu olanağı kullanmayalım…” Kabaca ve mealen yaklaşım bu ve Suriye rahat görünüyor. Üstelik İdlib’de olduğu gibi, savaş esas itibariyle bittikten sonra yabancı askeri varlığın yeniden kendince meşruiyet kazanması genel olarak mümkün olmayacaktır. Şam, buna güveniyor ve açıkça söylüyor da: “Bir süre sonra yabancı askeri varlık manasız, açıklanamaz, mazereti olmayan bir ura dönüşecek.” Bir noktada bünye bu uru atacak diye düşünüyorlar…

Bütün bu aktörlerin anayasa başlığına bulaşmaya çalışması da, giderayak başka meşruiyet alanları açma çabasını yansıtıyor. Şam ise özgüven deklarasyonunu sürdürüyor. Başta Türkiye olmak üzere herkesin Anayasa çalışmasına liste önerip durduğunu anlattı yetkililer. “Ama Anayasa uluslararası değil ulusal bir gündem maddesidir.” Şam bu meşruiyet çizgisinden geri adım atmayacağını kuvvetle vurguluyor.

Suriyeli yetkililerin söylemesine gerek olmayan bir gelişmeye de ben işaret edeyim. Yakın geçmişe kadar Esad’ın tasfiyesini ilke olarak masaya getiren taraflar bugün bir tarafında Suriye’nin resmi otoritelerinin bulunacağı bir Anayasa sürecini savunur konuma girdiler! Şam buraya kadarının tadını çıkarıyor olmalı…

Ancak kriz çağında geçer akçe pragmatizm ve oportünizmdir. Erdoğan’ı birden fazla kere kurtaran ile Esad’ın zafer fotoğrafını çeken aynı kişidir: Putin! Ve Putin oportünizmi kolay kolay rekabet edilemeyecek rekorlar kırmış bulunuyor. Rusya’nın Tartus üssünü korumak isteyeceği zaten biliniyordu. Ama bundan çok daha geniş bir alan tutmak üzere Şam’a kol kanat geren Putin’in iyi ilişkiler kurmayı birinci sıraya yazdığı ülkelerden birinin de, Ortadoğu dengelerinde Suriye ile 180 derece karşıtlık içindeki İsrail olması şaşırtıcı sayılabilir mi? İsrail, önce Şam’ın Batı emperyalizmi tarafından güçsüz düşürülmesinden yarar sağlıyor; sonra Şam’ı yeniden güçlendiren Rusya’nın ilgisine mazhar oluyor! Putin-Trump ilişkilerine hiç girmeyelim. Bu tabloya bakan Erdoğan’ın “dünya buysa” krallıkta hak iddia etmesi de normaldir… Bizi ise burada Esad ilgilendiriyor.

Suriye yönetimi bu oportünizm yarışında yaya kalmaya mahkumdur. Şam’ın yukarıda da örneklenen performansı siyasal birikiminin hafife alınamayacağını gösteriyor, ama bu tabloda oportünizm bulunmuyor. Yetkililer yürüttükleri politikayı “gerçekçi” olarak adlandırıyorlar. Bence de doğrusu bu. Zira Beşar Esad liderliği sağa sola çekiştirilebilir bir kavram olan gerçekçiliği başka dünya liderleri (!) gibi ifrata taşıyamaz. Sınır çizgisini Baas’ın sınıf karakteri değil, son yılların mücadelesi çekiyor.

Geçen hafta halk savaşı, halkın zaferi demiştim bu mücadele için. Bu tür kazanımlar ancak geniş kitlelerin ideolojik ve politik angajmanına dayanabilir. Gerçekten yedi buçuk yıldır milyonlar ülkelerine ilkelerle sahip çıktılar.

Sonuç şudur: Suriye Baas’ı bugün belki her zaman olduğundan daha ilkeli sekülerdir. Arap milliyetçiliği bütün rahatsız edici yanlarıyla resmi tanımlarda yerini korusa da, Suriye Baas’ı belki hiç olmadığı kadar çok kültürlü ülkesinin bütünlüğünü temsil eden bir yurtseverliğin taşıyıcısıdır. Suriye Baas’ı, en yetkili ağızlarından, “eline kan bulaşmış olanları ülkeye sokmayacağız”, “Anayasa ulusal bir iştir”, “gidenler geri dönüp bütün yurttaşlık haklarını kullanabilirler” ilanlarında bulunduktan sonra takiye yapamaz. “Dün dündü bugün bugündür” kapısını kapatan şey, zafere varan yolun ta kendisidir.

Savaş dürüstlükle ve başka erdemlerle kazanıldı. Bu sayede genç veliahttan yeni bir liderlik tesis edildi. Bana sorarsanız, Beşar Esad’a şu anki gücünü kazandıran yolun temizliği, bu gücün sınırlarını da çiziyor.

Kapitalizmin kirli dünyasına ise bu nitelik birkaç numara fazla gelir! Suriye’nin önündeki sorun da budur. Dünyanın egemen dili bu ölçekte bir başarının dürüstçe kazanılmış da olsa, ancak sahtekarca korunabileceğini ilan etmektedir.

Somut olarak; ilkeli, radikal, halkçı bir sekülerizm bu Ortadoğu’da nasıl yaşayacak? Kürt ulusalcılığı ABD emperyalizmiyle ittifak halindeyken Suriye yurtseverliği nasıl erdemli bir karakterde sürdürülecek? Ülkenin birliği, olması gerektiği gibi bir ilke sorunu mu sayılacak, yoksa biraz işgalcilerle biraz merkezkaç güçlerle sulandırılacak mı? Ülkenin yeniden imarı büyük kaynaklara gereksinim duyarken, para babalarının elinde kan olup olmadığı nasıl bir titizlikle sorgulanacak? Gözünün içine baka baka yalan söylemenin normal karşılandığı bir dünyada bir ajanlık müessesesi olarak cihatçılar ve “ılımlı” İslamcılar nasıl tasfiye edilecek? Suriye “barışı” düşmanlarıyla aynı sistem içinde ortak çıkarlara sahip olmaya mı dayanacak, yoksa direnişi süreklileştirmeye mi? İkinci yolu seçtiler, diyelim; içerdeki sınıf dengeleri buna izin verecek mi?

Savaşı kazandıran erdemlerin bu düzenin içinde ayakta tutulması mümkün değildir. Laiklik ve yurtseverlik sosyalizmin sıfatlarıdır artık. Dünyanın bütün gericilerinin üstüne çullandığı Baas ise, bugüne kadar yürüttüğü mücadelede hangi övgüleri hak etmiş olursa olsun, sosyalist değildir! Emekçilerine ne denli samimiyetle ve özveriyle sahip çıkmış olursa olsun Baas bir işçi sınıfı partisi değildir!

Nihai zaferin sosyalizmde kazanılacağı görüşü sadece teorik bir soyutlama değil, her somut durumda karşımıza çıkan bir gerçekliktir.