Süreklilik ve kopuş

AKP'li yıllar bir kriz manipülasyonuyla başladı. 2001 krizini Türkiye'de siyasal yapıyı köklü bir değişime sokmak için değerlendirmek, ünlü Amerikan pragmatizmine bağlanabilir. Eksik olur. Bir de günümüzde dünyayı saran muazzam mali fonlar hesaba katılmalıdır.

Kabaca, yani herşeyin bu söyleyeceğimden ibaret olmadığını bilerek, diyebiliriz ki, önce ülkeyi terk eden yabancı para Türkiye'de eski siyasal yapının altından halıyı çekmiş oldu. Tek kale maça çıkan AKP'yi desteklemek üzere de gidenin birkaç katı halinde geri geldi. AKP sekiz yıllık zaferlerini bu zemin üstünde elde etmiştir.

Bu olmasaydı Türkiye gericiliği 2010 sonbaharında Cumhuriyeti yıkacak ölçüde bir birikim elde edemezdi.

Krizin atlatılıp atlatılmadığı teknik ve teorik bir tartışma olarak sürdürülebilir. Ancak konunun emekçileri ilgilendiren bölmesinde Türkiye'nin Fransa veya Yunanistan'ın karşı-modeli olduğunu söyleyebiliriz. Bizde krize karşı olağan tepki, iktidarın eteklerine tutunmaktır. Orada bir çuval kömür, karınca kararınca bir iş, cemaat veya tarikat dayanışması, bunlar hiç yoksa, umut bulmak mümkündür.

Aynı yaklaşımın burjuvaca örneğini, daha Erbakan'ın, partisini seçimlerden birinci sırada çıkarttığı zamanlardan hatırlıyorum. 1996'da mevzuyla herhangi bir alakası olmayan pek Batılı holding yöneticileri iftar vermeye başlamışlardı bile. Bir baktık, en az onlar kadar modern orta burjuvazimiz de kırk yıldır namaz kaçırmazmış edasında cumaya gidiyor... Onca parası, örgütü, bağlantısı, yani bir dizi anlamda güvencesi olanlar böyle yaparken, kimsesiz yoksul emekçileri nasıl yadırgayabiliriz ki?

1960-1980 arasını bilmesek, doğrudur, yadırgamazdık! Ancak Türkiye emekçileri o yirmi yıl boyunca güçlünün eteğine yapışmak yerine hakkı için ve gerekiyorsa güçlülere karşı örgütlenmeyi öğreniyorlardı.

Solun ve emekçilerin serpildiği o yirmi yılın izlerini kazımak için köklü bir harekat yapılmamış olsaydı, dinci gericilik 12 Eylül-29 Ekim 2010 arasında Cumhuriyeti yıkmayı başaramazdı.

Demirel'li yıllar daha uzundur. Süleyman bey son olarak on yıl önce yeniden cumhurbaşkanı olmaya niyet etmişti. Olmadı ve onun adıyla anabileceğimiz devre bin yılın başında kapanmış oldu. Süleyman Demirel “kanun ve nizam hakimiyeti” derdi ısrarla. Hukuk, hak, adalet sözcüklerini alay edercesine kullanır, ülkeyi ve rejimi tarif etmeye ihtiyaç duyduğunda kanunu, nizamı tercih ederdi. Sol olarak, bu formülün olağandışı bir gericiliğe denk geldiğini söylerdik. Demirel'in ikilisinde demokrasi yoktu, özgürlük yoktu, kitlelerin talepleri yoktu. Önceden yazılmış ve herkesin boynunu eğmesi gereken kurallar vardı. O kuralların yanlış olması da fark etmezdi. Uyacaktınız!

Demirel kırk yıl kanun ve nizam demeseydi, bugün AKP mevcut yasaları ve yerleşik hale gelmiş düzenlemeleri hiçe sayacak gücü asla biriktiremezdi. Türban sorununu yasaları değiştirmeye gerek duymadan, yani yasalara aykırı olarak çözen, üniversite ve yargıdaki atamalarda herhangi bir konvansiyonel yaklaşımı takmayan AKP, Demirel'le sözel düzeyde çelişiyor olabilir. Ancak bunlar özgürlüğün, kitle meşruiyetinin, vb değerlerin yok edilmesinde iki tarihsel evreyi temsil etmektedirler yalnızca. Evet dün Demirel olmasaydı bugün de Erdoğan olmazdı.

Cumhuriyetin 75. yıldönümünü dönemin hükümeti nasıl kutlamayı amaçlıyordu, biliyor musunuz? 1998'den söz ediyorum. Benim tahminim, egemenlerin bütün dileği Abdullah Öcalan'ı 29 Ekim'e kadar yakalayıp getirmekti. Amerikalılar o kadar büyük bir kıyak yapmadılar, dönemin liberal ve sosyal-demokrat koalisyonuna. Ama yine de 75. yıl kutlamalarında devletimiz sokaklara ve alanlara kitle diye ülkücüleri çıkartmaktan gocunmadı. Cumhuriyet denen şeyin faşizm tarafından taşınabildiği nerede görülmüş!

Hal böyle olduğu için aynı Cumhuriyet 87. yaşgününü göremedi. Adı büyük Ecevit veya adı yaşarken unutulmaya yüz tutan Mesut Yılmaz olmasaydı, Erdoğan olur muydu?

AKP 12 Eylül 2010 referandumunu izleyen bir buçuk ayda, oylama sonuçlarından daha büyük bir başarıya ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bir burjuva cumhuriyettir. Yeni Türk burjuvazisi, hep kapağı dünya kapitalizmine atmak için yanıp tutuştuğu bir hayat sürdü. O kadar sevdikleri emperyalizm açısından ise, Türkiye Cumhuriyeti Anadolu'nun bolşevikleşmesini önlemenin ödenmesi gereken maliyetiydi yalnızca.

Yani AKP yerli ve yabancı egemenler adına yaptı bütün yaptıklarını! Onlar olmasaydı bunlar da olmazdı.

Özetle, Cumhuriyetin çöküşüne giden süreç karşı taraf için bir sürekliliktir. Bu anlatımı sürdürmek, ayrıntılandırmak veya sistematize etmek mümkündür. Ancak bir de bizim tarafımız var.

İşçi sınıfı ve sol, maddi gerçekliğin insanlar tarafından anlaşılabileceği ve değiştirilebileceği kabulünün üstünde var olabilirler yalnızca. Kemirilen, giderek kolu kanadı budanan cumhuriyetçilik bizim için en başta bu kabulü anlatıyordu. Buradan bakıldığında AKP'nin tam da içinde bulunduğumuz konjonktürde birşeyleri “koparttığı” açıkça görülecektir.

Bu durumda solun, kimseye “oh olsun” deme durumu da yoktur. Cumhuriyet kapitalist sömürü düzeninin ve emperyalist bağımlılığın değil, emekçi halkımızın tepesine çökmektedir. Demek ki, bu kavga bizim kavgamızdır. 2010 güzünde bana sorarsanız, solculuk buradan başlar.