Suçlular

Tayyip Erdoğan’ın suçlarından mı başlasak?

Çok sıkıcı olmaz mı? Bir kere karşı-devrimin suçu insanlık, tarih, emekçi halkların çıkarları, adalet duygusu ve başka erdemli kriterler açısından sabittir. Bu genişlikte suçları anlatmaya kalksak, yerinde ve haklı bir iş yapmış oluruz elbette. Ancak işlevsel de olsa biraz afaki bir tını bırakmak kaçınılmazdır. Bunu yeri geldiğinde geniş halk kitleleri ile birlikte ve onların adına yaparız zaten.

Sözümüz olsun, mutlaka yapacağız! Bunu yok etmeye ant içtikleri adalet kavramını ihya etmek için yapmaya mecburuz zaten.

Suçlamayı afaki olmaktan çıkartmak için bir mahkeme senaryosu kurgulamak iyi yol olurdu. Ama AKP’den söz ettiğimizde burada bir büyük sorun karşımıza çıkmaktadır. Mahkeme senaryosu dahil her “tartışma” kimi ortak kriterlerin varlığını gerektirir. Burjuva hukuku evrensel olanın biçimsel anlamda inkarına dayanmaz. Sosyalizmin hukuku/halkın adaleti de öyle. İki sınıf hukuk alanını hegemonya kuracakları bir mücadele alanı olarak görür ve tartışabilirler. Sınıflar ortadan kalkana kadar sürüp gider bu tartışma; yani mücadele.

Kastettiğim şu ki, somut olarak “bizimle”, örnek olsun, bir Süleyman Demirel arasında soyut bir hukuka, soyut ve bu anlamda içi boşalmış, dolayısıyla iki tarafın da kendi dünya görüşü ve çıkarlarından hareketle doldurmaya çalıştığı bir içeriğe referansla tartışma yürütülebilirdi. Karşı-devrimle birlikte bu ilişki zemini tek taraflı olarak lağvedilir. “Velev ki…” bu anlama gelir. Başka bir ülkeye karşı çete oluşturmak evrensel kriterlere göre suçtur. Lakin adamlar “Allah için” deyip işin içinden çıkmaktadırlar. Hırsızlık her zaman her yerde suçtur. Lakin burada da “çaldım ama bir sor, neden çaldım” denmekte ve yine top gökyüzüne fırlatılmaktadır. Din, iman…

Bunların başladığı yerde tartışma zemini kalmaz. Çünkü hukuk, adalet, ahlak -bunlardan sosyal kriterler türetileceğine göre- dünyevi, seküler kavramlardır.

Karşı-devrim ister Hitlerli, ister Pinochetli, ister Evrenli, ister Tayyipli versiyonlarından söz edelim, akli olanı inkar eder. Öldürmek, yok etmek, yok saymak, kural tanımamak “özgürlüğüne” alenen başvurulur. Yoksa “ben okullarda imam yetiştireceğim” diyemezsiniz, kadınları eve kapatamaz, tecavüz yuvasını savunamazsınız.

Kabul etmek gerekir ki, çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda, tanrı referansıyla bu işleri kotarmak karşı-devrimcilerin elini çok güçlendirmektedir. Müslüman olmayan karşı-devrimcilerin AKP’nin akıl yürütmesine imrenerek baktıklarına emin olabiliriz.

Tartışmak istiyoruz, ama tartışma dediğiniz şey dünyamızda Aydınlanma, modernite, bilim bir kez baskın hale geleli beri, belirli bir “akıl” ortak paydası üzerinde yapılabilir ancak. Giderek sıklaşan aralıklarla çok şiddetli dönemeçler almak ihtiyacı hisseden egemen güçler, bu yüzden akıldışına, göksel olana, kuralsızlığa, keyfiliğe, olağanüstü siyaset ve devlet biçimlerine, karşı-devrimci “aşırılıklara” başvuruyorlar.

O kadar sık ki, aşırılık da istisnai olmaktan çıkıveriyor. Berlusconi, Sarkozy, Trump, Le Pen, Erdoğan, Netanyahu, Thatcher... o kadar çoklar ki, istisna diyemiyorsunuz. Üstelik bunların Chirac, Hollande, Merkel, Blair, Clinton, Obama, Gül, Davutoğlu ile aralarındaki mesafe o kadar kısa ki, bu nedenle de istisna veya aşırı terimleri çaresiz kalıyor. O sıra Danıştay’ın bir idari uygulamayı iptal eden kararını yırtmakta olan Demirel’in hayali peşlerinden koşuyor, “bir kereden bir şey olmaz” diye seslenerek…

Gerçek şu ki, 21. yüzyıl kapitalizmi emperyalizmle gericilik ve militarizm arasındaki bağa işaret eden Lenin’i bin kere haklı çıkartarak, Hitlerlerin mirasını canlandırarak bir tarihsel birikimi yadsıyor.

Güçleri ve çıkışsızlıkları tam da burada. İşçi sınıfı bu noktada modern toplumu oluşturan kalabalık bir toplumsal kesim olmanın ötesine geçiyor ve inanılmaz derinlikte, insanlıkla özdeşleşmiş bir tarihsel birikimin biricik taşıyıcısı haline geliyor. Sosyalizm programı insanlığın direnişi anlamına bürünüyor. Bu özdeşliği teorik bir doğru olarak ortaya atan Marx’ın pratik gözlem yoluyla doğrulanması kolaylaşıyor.

Suç budur ve bu suçlularla tartışacak bir şey bulamıyoruz. Bu kapıyı kural tanımazlıklarıyla, çağdışılıklarıyla, akla reddiyeyle, bunlarla iç içe geçmiş acımasızlıklarıyla kendileri açtı. Sonuçlarına katlanacaklar. Gün geldiğinde Devrim de “evet yapıyorum, ama sor bakalım neden, nasıl, kime karşı, hangi amaçla yapıyorum” demekte özgür olacak. Devrim bunların yok ettiği burjuva hukukunun yerine kendi emekçi ve aydınlanmacı hukukunu büyük bir şiddetle geçirecek.

Kapitalizmin yobazlıkta sınır tanımayan haline devrimimizi alabildiğine radikalleştirmekten başka nasıl bir çare bulabiliriz ki?

Bitirirken bu yazının bir yan çıktısı daha var. “AKP varken neden başkalarıyla ve muhalif olanlarla, hatta AKP’nin gazabına uğrayanlarla tartışıyorsunuz?” sorusu geçersizdir. Karşı-devrimi pazarlık tarafı sayan, radikalleşmenin karşısına uzlaşmacılığı ısrarla diken, aptalca hayalleri körükleyip duran ikiyüzlü muhalefet türleriyle girdiğimiz kıyasıya tartışmalar ne zamansızdır, ne de hedefi saptırır. Karşı-devrimle ortak kriterler çerçevesinde bir tartışma olamıyorsa, karşı-devrimi aklayanlar, örtenler şansına küssün. Hala “şu anayasa önerinizi getirin görelim” demeyi, “biz her zaman masaya oturmaya hazırız” mesajını vermeyi, emperyalistlerin temsilcileriyle mecliste arzı endam etmeyi mücadele diye yutturmaya kalkanlar… Sakın bize “asıl düşman AKP” demeyin. “Şimdi zamanı mı bizimle uğraşmanın” diye sızlanmayın. Elimizden kurtulamazsınız!