Sorular

Türkiye'deki durumun, bardağın yarısının dolu mu yoksa boş mu olduğuyla pek ilgisi bulunmuyor. Memleket gerçekten de kötü gidiyor.

Bardak analojisiyle işin içinden çıkılabileceğini vaaz etmek sola düşmez. Solun ilkelerinden bir tanesi de “gerçeğin devrimci olduğu”dur. Biraz soyut kaçabilir, ama memleketin kötü gitmiş olması gerçeği bile bu ilkeyi zedeleyemeyecektir.

Ama kuşkusuz devrimci olan bir ilkeye sığınmak, kimseyi devrimci yapmaz. Devrimci gerçeklikle hedef arasında bir takım ara halkalar üretmek durumundadır.

Bugün Türkiye'de bu ara halkaları bazı somut sorular olarak şekillendirmemiz ise hem açıklayıcı hem zihin ve ön açıcı olabilir.

Örnek olarak, bu halkı yeterince iğdiş ettiklerini düşünen bilumum AKP'li makamın zam kampanyasını alın. Metrobüste TKP'li öğrencilerin tıpayı yerinden oynatmalarından sonra şişeden sadece örgütlü dinci ve solcu başka gençler geçmiş olabilir. Peki o makamların sessizliğine ne demeli? Aralarında “bu zammı gerçekten başımıza çalacaklar” diye korkanlar olduğunu başka ne gösterir? Bu pekala mümkündür ve zamlardan hiç olmazsa biri, daha şimdiden bütünüyle gayrımeşru hale düşmüş bulunmaktadır. Herşey meşruiyetle başlar. Sonun başlangıcı meşruiyet yitimidir. Demek ki, daha fazlası da mümkündür... Bundan sonrası için zihin ve ön açıcı soru, tam da daha fazlasının nasıl mümkün hale getirilebileceğidir.

İsterseniz geçen haftaki İzmir örneğini alın. Amerikan askerlerine gösterilen tepkinin, aynı askerlere çeşit çeşit malını pazarlamaya gayret eden bir kalabalığın yanında bir onur dışavurumu olarak kaldığı ve kalacağı söylenebilir mi? Halkın ayağa kalktığını söylemek gerçekçi değildir kuşkusuz. Ama eylem sonrasında, ayağa kalkmayan büyük kalabalığın “İzmir bu mu” diyen bildiriden sarsıldığını varsaymak da abartı olmayacaktır. Evet, herşeyin başı meşruiyettir ve Amerikan askerine açılan tezgahlar gayrımeşrudur. Arkasının getirilmesi mümkündür. Asıl soru ise bunun nasıl yapılacağıdır.

Örnek olarak, AKP'nin, yukarıdan rektörler, aşağıdan imam hatip mezunları yoluyla kıskaca aldığı üniversitelerde göstere göstere gelen ve, kimse merak etmesin, yakında 12 Eylül'ü mumla aratacağı kesin olan tasfiyeyi alın. Onlarca üniversitede yüzlerce ilerici akademisyen soruşturmalar, kadro sopası, bıktırıp kaçırma taktikleri karşısında yalnız kalmaya mahkum mudur, yoksa birkaç bin akademisyenin herbir saldırıyı birlikte göğüsleyecekleri bir ağ oluşturmak mümkün müdür?

Şu İstanbul-2010 kepazeliğinin aydınlar ve sanatçıların rantiyeleştirilmesi yönünde büyük bir adım olabileceğini, yani olasılıkların en kötüsünü varsayıyorduk, birkaç ay önce. Şimdi ise şarlatanlığın özünün para saçmaktan değil para yemekten oluştuğu görülmüştür. Kapitalist yağmanın rasyonalitesi olmaz. Yağmacının sloganı “sonuna kadar”dır. Bizim sorumuz ise, aydının ve sanatçının yağmadan etrafa saçılan kırıntılara mahkum olmak yerine, kendi ayrıksı pratiklerini yaratıp yaratamayacaklarıdır. Kuşkusuz bulunduğu her ortamda öncülük rolü atfetmeye alıştığımız aydın da çok yıpranmış ve sıkışmıştır. O halde sorumuz, solun bu tabloyu nasıl sarsacağıdır.

Bu satırların soL portalda köşe yazısı olacağı gün, bir grev günüdür. Elbette olay abartılmamalı, kimse etrafında Zonguldak yürüyüşünün, Bahar eylemlerinin veya 15-16 Haziran'ın görüntülerini aramamalıdır. Ama bu eylemin sınıfımızın yeni öncüleri için bir hazırlık dersi işlevi kazanması da mı mümkün değildir? Bunu mümkün kılacak olan, 25 Kasım'dan sonrasının nasıl planlandığıdır. Bu konjonktür yeni bir işçi hareketi için bir itilime nasıl dönüştürülebilir? Bu sorunun muhatabı artık bıkkınlık veren sendikal kurumlardan ibaret sayılırsa, canınız sıkılabilir. Ama ya Yurtsever Cephe İşçi Birlikleri?

Solun daha çok sorusu var. Türkiye'de durumun kötü olduğu gerçeğini bile devrimci kılacak sorulardır bunlar. Konumuz bardağın nasıl göründüğü değil, mücadelenin kendisidir.