Son Çağrı

Dalga hareketini sevdiler. Erdoğan'ın açılım toplantılarının Ergenekon operasyonlarından türetilen bu modele oturacağı anlaşılıyor. Aynı Fethullah'ın polis örgütünün kotardığı gibi, ana dalgaya daha küçük dalgalar da eşlik ediyor. Nasıl ana soruşturma kıyıları dövüp kayaları yerinden kopartırken, bir kentte belediyede, öte yanda bir basın organında dalgacıklar örgütleniyor idiyse, başbakan birileriyle Dolmabahçe'de kahvaltı yaparken bir bakanı da sağcı Alevi liderleriyle çay kahve içiyor...

Bunun böyle devam edeceği anlaşılıyor... Veya öyle sanılıyor...

Çünkü Erdoğan'ın Ermeni işçileri üzerinden salladığı tehdidi akladığı mekanı dolduranların az da olsa bir bölümü, aslında “son çağrı”yı duyuyor olmalılar. Maltepe sahilinden 3-5 dakikalık mesafedeki bir meydandan Dolmabahçe'ye sesimizin gitmediğine kim inanır!

“Duymadım, efendim, kim kim? Aa öyle mi...”

Boş verin bal gibi duydunuz. O uzun masanın etrafına yerleşenlerin önemli bir kısmının sarayın kapısından koşar adım kaçıp içine saklanacakları cipleri olduğunu biliyorum. Ciplerin sadece motor sesini değil, karşı yakadan dönüp dolaşıp gelecek sesi de massedecek sağlam bir izolasyon düzenekleri olduğu da tahmin ediyorum. Ama ne fayda. Halkın sanatçılarının sesi, önümüzdeki dönem daha fazla çıkacak, emin olun. İyisi mi, siz camı pencereyi sıkı sıkı örtmek yerine kulağınıza çalınan son çağrı hakkında bir düşünün.

Hepiniz değil tabii. Cip esprisine denk gelenlerin hiçbiri muhtemelen. Yalakalığı gelmeyeni kınama düzeyine taşıyan cahil kadın değil tabii ki. Ya da toplantının ruhunu çok iyi kavradığını gösterip verin parayı size film çekeyim diyecek kadar alçalan sinemacı değil...

Uzun dörtgenin etrafına yerleşenlerin önemli bir kısmının ar duygusuna sahip olmadıkları açık. Onlar kayak yaparken mi tenis kortunda mı ayaklarını burktukları veya çektikleri ve teknik olarak film demek zorunda olduğumuz hangi zırvalığı kaç milyon kişinin izlediği konusunda derin sohbetlere dalabilirler.

Ama yine de aralarında, bu niteliklerini sürdürüp sürdürmedikleri üstüne gölge düşse de, geride kalan yıllarında sanatçı ve hatta aydın olarak iş görenler vardır. Var mıdır?

Varsa eğer, onlar açıklamalıdır orada ne yaptıklarını! Örneğin, Erdoğan'ın hayatında duymadığı, semtine uğramadığı film isimleriyle bezeli o konuşmaya nasıl sabreder kendine sanatçıyım diyen? Sanatın ve sanatçının dürüst olması gerekmiyordur belki de... Öyle mi?

Peki Ermeni işçiler ne olacak? Tayyip Erdoğan bu konuyu en azından ikinci kez açtı. Bu kez kendisine ulaşan serzenişler üzerine kaş yaparken göz çıkardı. Efendim, kendisi TC vatandaşı Ermenileri kastetmiyordu ki... O kaçak işçileri kast ediyordu. Bunlarla diğerlerini karıştırmak, vatandaşlarımıza hakaret olurdu. Adam nerede gaf yaptığını algılamıyor bile!

Oysa...

Dörtgen masanın etrafına dizilenler! Çoğunuzun gülücükleriniz ve el sıkışmalarınız üstünden aklanan tez hakkında, orada canı sıkılanlar düşünmelidir. Türkiye'nin sınırları hiçbir zaman yol geçen hanı olmamıştır. Türkiye'de çalışan kaçak işçi, eğer varsa, bütünüyle istisnai sayılmalıdır. Ermeniler, Moldovalılar, Azeriler, Afrikalılar, Ukraynalılar, Ruslar, Özbekler... Bu emekçilerin yurt dışında çalışmak zorunda kalmalarının kaynağı kendi ülkelerinde olabilir. Ama burada olmalarının nedeni, bu yüzbinlerce insanın sigortasız, asgari ücretin falan altında, insanlıktan uzak koşullarda, bir tür açık hava esir kampında çalışmalarının Türkiye egemen güçlerinin işine gelmesinden ibarettir. Bu insanlara ne oturma ne çalışma izni verilir, turist pasaportuyla ülkeye alınırlar. Ama çıkışta vize süresini doldurma cezası adıyla vergi alınır. Ülkede yaşadıkları süre içinde, sokaktaki polise kadar, haracını alanlar da cabası...

Küreselleşmenin ülkemize armağanları arasında bu rezalet de vardır. Ve bir de, bu yoksul insanları diplomasi kozu haline getirmekten utanmayan bir gericilik iktidarı vardır. Ermenilere ve başkalarına ilişkin insandan ve emekten yana biricik söz, bir aydına veya sanatçıya yakışacak tek söz, ülkemizde çalışmak zorunda kalmış bu insanların, Türkiyeli sınıf kardeşleriyle birlikte, her türlü sosyal hakka hemen kavuşturulmalarından başka ne olabilir! “Gönderirim ha” diye efelenen başbakana bu insanlara oturma, çalışma izni ve sigortalı iş vermesini söylemek, söyleyemiyorsa o karanlık salondan çıkmak sanatçıyım diyen tek bir kişinin bile aklına nasıl gelmez!

Toplantının büyük çoğunluğu değil, ama geçmişleri ve tanımları gereği varlıklarını sürdüren sanatçı ve aydın katılımcıları var ise, bu konuya bir açıklık getirmelidirler.

Türkiye'nin üstünde ter ter tepinen ve yanına aydın aksesuarı isteyen bir başbakanı tarikatın müritleriyle baş başa bırakmak, çok mu büyük cesaret istiyor? Ama o cesaret gösteriliyor işte. Dolmabahçe'nın geleceği yok. Veya, herşeyin fiyatı var! Yoksul Romanlara spor salonu dolsun diye para dağıttılar ya bu yıl 2010 İstanbul, kim bilir seneye neresi! Dolmabahçe'nin salonu kaç paraya dolar?

Yanıt vermelidir o küçük azınlık. Ya da bir dahaki sefere başbakandan ne dinleyeceklerini tahmin edilebilir: “Yahu ne demiş benim bakanım? Eşcinsellik sapıklık demiş. Ne var bunda? Sen de değildir de kardeşim. Yalan mı sapık oldukları? Ama ne yapılıyor? Yargısız infaz yapılıyor. Görüşünü açıklayan bakanım, sanki eşcinsellere şiddet uygulayın demiş gibi davranılıyor...”
Bunları duyduğunda, ver parayı çekeyim filmini diyecek olanın yeri bellidir. Peki başka kimse yok mudur?

Cesarete ve akla ihtiyacı olanın ise tutunacak dalı vardır. Tekel işçilerinin kahvaltısından uzatılan el öyle tartıya gelmez. Bu el sadece tutulmak içindir.

Newroz'u yeni kutladık önümüz bahar, önümüz yaz... işçiler daha çok kahvaltı masası kuracaklar. Aydınlıkta, açık havada. Saray salonlarında boğulmak istemeyenler için bizim tarafta aydınlık var.