Şimdi de 'üzülme hakkı'

Yunanistan seçimlerinde Syriza’nın fırladığı günlerdi. Kalktık ortada devrim falan olmadığını, bir yeni sosyal demokrasi imalatı olduğunu söyledik. Sistemden kopuş ne kelime, devrimci kopuş dinamiklerini deforme etmeyi amaçlayan bir operasyon vardı…

Bu yaklaşıma yanıt üretme şansı olmayanlar “sevinmeye hakkımız yok mu” bile dediler. Daha doğrusu öz olarak bunu söylemiş oldular. Ne diyeceklerdi? Yunan halkının sırtında biriken yükü hafifletmeyi değil, taşınabilir hale getirmeyi, kaba deyişle yutturmayı nasıl aklayabilirlerdi ki?

Sadece tarih ve siyaset değil, insan düzleminde de böyle bir naif sevinme isteğine gülüp geçiyorduk ki, bizde seçimler oldu. Benzer bir tartışma yaşandı ve benzer bir yere bağlandı. Sosyal demokrat ayak oyunlarına, dinci rejim makyajına fit olanların tartışma kabiliyeti pek sınırlıymış. Bu kez de “umudu bile çok görmekle” eleştirildik. Meğer ilkinde gülüp geçtiğimiz argüman zamane oportünizminin yöntemiymiş!

Ölüm ne büyük acıdır. Dünyanın en berbat insanı bile arkasında acılılar bırakıyorsa, nasıl saygı duyulmaz? Bizim devralıp iliklerimize işlediğimiz bir söz de, insani olana yabancı olmayışımız. Türkiye’nin tarihsel acısının en yüksek sorumlularından birinin, yani ıslahı imkânsız olanların bile yaşamını yitirmesine sevinemeyiz biz. Ölümün ardından sevinç tezahüratı, insanlıktan çıkmanın, gericiliğin göstergelerinden biridir.

Komşuda Syriza’yla sosyalizmin, bizde HDP’yle özgürlüğün geldiğini iddia edenlerin fikirleriyle, Mustafa Koç’u zulme direnenlere yardım eden, çapulcuların yaralarını saran kalender işadamı olarak anımsama önerisi aynı kategoridendir.

Bunları söyleyenler cahil değil, hatta aydınlar. Keşke cahil olsalardı. Daha kötüsü. Umutsuz ve mutsuzlar. Umuda ve mutluluğa açlık neler yaptırmıyor! Kurabileceğimiz tek empati bağı bu çaresizlik haline üzülmek olabilir.

Son cenaze bir yara sarıcıya değil, ancak büyük ve köklü bir dönüşümün, bir devrimin sağaltabileceği kötülüklerin sahibine ait. Umutsuz ve mutsuzların yöntemi hükmünü icra etti bile. Şimdi de “ölüme üzülmelerini bile” çok görüyormuşuz! Mustafa Suphilerin ölüm yıldönümüne günler kala solda bizim ölülerimiz üstüne bina çıkan burjuvalara “üzülme hakkı” nasıl bir saçmalıktır!

Cahillerden değil aydınlardan söz ediyoruz. Ama cahiller gibi, umutsuz ve mutsuz entelektüellerin de bazen en iyi yapabilecekleri iş susmaktır. Cahiller susar da, aydın sıfatı yakıştırılanlar susamaz. Saçmalığa yelken açarlar.

Sadece Biden aşağılamış olmadı bütün memleketi; otel kuyruğuna giren AKP muhalifleri durumun farkında değiller. Sorsan, ya onlar da aslında anti-emperyalisttir ama “taktik gütme hakları” da olmayacak mıdır? Ya da Batı’dan umut etme hakkını kullanıyorlardır.

Aşağılamalar bitmiyor. Zana’nın Erdoğan’la randevulaşması mesela. Bu aralar cenazelerini taşırken kurşunlara hedef olanların sembolize ettiği Kürtlerin aşağılanmasından ibaret değil olay. Eşzamanlı olarak HDP’li ve Barzanici sayabileceğimiz Leyla Zana’nın Erdoğan randevusu, sayısız ölüm acısını en derinlerinde hisseden, bir bölümü daha yeni “metnin içeriğinin ne önemi var ölüm karşısında” diyerek ellerindeki en değerli şeyi, imzalarını veren, Sur’da, Cizre’de bedeni değilse de yüreği yanan milyonların aşağılanması...

Eleştireceğiz ama tartışmanın varacağı yeri malum yöntem sayesinde zaten biliyoruz. Barış için minicik bir umut varsa diyecekler, “barışı niye bize çok görüyorsun!” Leyla Zana’dan ve aşağılama buluşmasından  “bu benim fikrim” diye kendine pay çıkartan Oral Çalışlar dahil. Yukarda empati kurmaktan, üzülmekten söz etmiştim, savaş zamanının stokçusu misali umutsuzluk üstünden meslek edinenleri, dolandırıcıları kast etmediğimi tahmin edersiniz.

Tüccar olmayıp, çaresizlikten dolandırılmayı sineye çekenlere ise çağrımız, çağrılarımız var. Aziz Nesin olmak gibi, Nâzım Hikmet olmak gibi, “din devleti”ne itaat etmemek gibi, Mustafa Suphileri gericiliğe asla boyun eğmeyeceğimizi ilan ederek anmak gibi… Üzülme hakkını arayana kadar, insana yaraşır bir mücadeleye omuz vermek gibi…