Seçimden sonra

Ocak ayının sonlarında Erdoğan Türk milletini dikkatli olmaya çağırmıştı. Birtakım komplo duyumları almışlardı, kıpırdanmalar vardı... Bunun seçim stratejisinin önemli bir unsuru olarak anlaşılması gerektiği belliydi. Nitekim Şubat ayında sindirme amaçlı iki dalga daha muhalefet duvarlarını dövdü.

Erdoğan bu operasyonlar sırasında, kendisini eleştirenlere seslenerek “dört ayınız kaldı” da dedi. Açılışlar bir yana, bunun asıl taahhüt olduğundan kuşku duyulmamalı. Haziran seçimlerinden sonra AKP Türkiye'nin dönüştürülmesi sürecinde yepyeni bir aşama öngörüyor.

Eğer amacına ulaşırsa bu yeni aşama, 2007-2011 dönemini -hiç olmazsa- askerin ağırlığının azaltılması açısından demokratikleşmeyle anan şaşkınlar ve böyle göstermeye uğraşan alçakların ne diyeceğinden bağımsız olarak, islamileşme ve yağmayla damgalanacak.

İslamileşme ve yağma, rakıdaki son satış örneğinde olduğu gibi iç içedir. Türkiye içki kültürünün baskılanmasına sahne olurken, büyük bir rant uluslararası bir tekele armağan edilmektedir. Beş yılda böyle bir kâr oranı yalnızca kamunun zarara uğratılmasıyla yani halkın kazıklanmasıyla açıklanabilir. Piyasacılık devlet işletmeciliğini geri çekip kamu varlığını sermayeye aktaracak, İslamcılık içki fiyatlarının yukarı çekilmesini meşrulaştırarak Türkiye pazarını büyütecek, altın vuruşu da uluslararası sermaye yapacak! Bu tablo kapitalizmin yeni ikiyüzlülük rekoru.

“Dört ayınız kaldı” lafından kabaca Türkiye'nin resmen, hukuken ve alenen “ılımlı İslam” ülkesi olması anlaşılmalıdır. Ancak bu kavramdan hâlâ sadece laikliğin elden gitmesini anlamak derin bir yanılgı olur. Ilımlı sıfatı uyumlu demek. Uyum sağlanan da piyasa yani sermaye ile onun uluslararası boyutu, yani emperyalizm. AKP'nin olası seçim zaferi bu kesimler için dikensiz gül bahçesi vaat ediyor.

2002-2007 döneminde geleneksel büyük sermaye ve emperyalizm AKP'yi terbiye etme gücünü görüyorlardı kendilerinde. “Değiştin mi” sorusu karşısında mahcup taraf olan AKP, emperyalizmin de ricacısı konumundaydı.

Ricaların artık kabul gördüğü 2007-2011 döneminde ise büyük sermaye içindeki dengelere kurşun sıkılacaktı. Kurşunların ürünü seçimlere en az bir yıl kala, 2010'da alındı. Dört yıllık dönemin yaklaşık yarısında AKP'nin organik parçası olduğu sermaye fraksiyonu ile Tüsiad arasında mücadele gözlenmiş, sonra tansiyon düşmüştür. Tansiyonun düşmesinde krizin başlı başına kolaylaştırıcı etkisi vardı. Hepsi birbirine muhtaçtı!

AKP 2011 seçimlerine burjuvazi ve emperyalizmin mutlak temsilcisi olarak girecek. Ekonomideki canlanma bu anlama gelir. Emek karşıtı düzenlemeler bu anlama gelir. Mısır'da ılımlı İslamı örgütlemiş bir yeteneğin (!) Amerikan büyükelçisi atanması bu anlama gelir. Dış politikada son aylarını boşa düşen girişimlerle geçiren bir ülkenin madara edilmek yerine bölgeye model ilan edilmesi bu anlama gelir...

2011'in ikinci yarısı emperyalizm, büyük sermaye ve hükümet arasında kutsal barış vaat etmektedir. Haziran'dan sonra rejimin gündemine yeni Anayasa girecek. Hukuk alanı herhangi bir hakkın veya kamusal değerin korunması için barındırdığı olanaklardan büsbütün arındırılacak. Direnen toplum kesimleri görülmemiş baskı ve yönlendirmelere tabi tutulacak... TSK bünyesindeki tasfiyeler halk diline “askeri bile sindirdilerse”, sermaye cephesindeki “barış” ise “koca patronlar uzlaşmışken” “biz ne yapabiliriz ki” diye tercüme olacaktır.

AKP'nin gerçek seçim vaatlerini böyle özetleyebiliriz. Peki buraya kadarından, yılın ikinci yarısında politik kriz dinamiklerinin önemsizleşeceği, dolayısıyla görece durulmuş bir ortamda gerici yapılanmanın derinleşeceği, yeni rejim inşasında bir platoya ulaşılacağı sonuçlarına varabilir miyiz?

Kanımca tutarlı çizgi, trend burada kırılmakta veya en azından belirsizleşmektedir. Bir kere, “model” rütbesi verilen bir Türkiye'nin Ortadoğu'ya, bölgenin de bu yeni rejime “ilaç gibi” geleceği fazla düz bir yorum olur. Bölgemiz mayın döşelidir. İkincisi seçim günü itibariyle üstünden yalnızca dokuz ay geçmiş olan referandum tablosunun buharlaşması, yüzde 42'nin “feshi” bana kalırsa mümkün değildir. Seçim, çeşitli saiklerle AKP rejimine hayır diyen kesimlerin düzen içi birtakım özneler tarafından temsil edilemediklerini yeniden teyit edebilir. Ama temsilcisizlik hali otomatik olarak tasfiye anlamına gelmez. Kentli işçi sınıfı, Aleviler, gençlik, aydınlar... buharlaşamayacak kadar çoklar...

Hele seçimler yeni bir temsilci adayının, solun güç biriktirdiği işaretini de açığa çıkartırsa, kutsal barışın reddi mümkündür. Yapabilirsek, Haziran seçimlerinin en önemli sonucu bu olur.