Paranoya mı Cehalet mi?

Şimdi de Tayyip'i halife ilan ettiler. Artık araba yokuş aşağı koyverildi ve benzer densizlikler çok çıkacak. Ama son halife dövizleri bu alanda bir yarışı körükleyebilir. Zira bu durumda, dini lider olması kesin görülen Fethullah'a şeyhülislamlık kalacaktır ve bu statünün hazreti tatmin edip etmeyeceği meçhuldür!

Bugün Pazar günkü yazıdan devam edeceğim.

Endişelenmeyin, artık Çağlar Keyder'den alıntı yapmayacağım!

Ama AKP'yle demokrasi yolculuğunun keyfini sürerken kendini solda addedip bizi "Kemalist paranoya" ile suçlayanları bir başka açıdan daha yanıtlamayı deneyeceğim. Yine orijinal kaynaklarla, ama bu kez İslamcı Osmanlıcılarla.

"Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye'nin..."

Ne var bunda, kim içe kapanmak ister ki, diyen, hatta kalkıp bize sınırların kalkacağı, tüm insanlığın bir olacağı günlere dair ders vermeyi aklından geçiren varsa, sabretsin, devamı geliyor:
"Modernite Avrupa-Merkezli bir tarihi sürecin eseriydi küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır."

Burada sözü edilen sadece dışa değil aynı zamanda geriye açılma! Ama bu noktada bizim AKP cengaveri liberallerimiz değilse de başkalarının kafası karışabilir ve "iyi ya, kimse bu adam, işte emperyalizme karşı çıkıyor" diye fantezi üretebilirler. Malum son günlerde Saadet Partisi de bu alanı kaşımaktadır.

Çok yanılırlar! Burada Avrupa sözcüğü batı kapitalizmini, AB emperyalizmini falan değil, başka bir olguyu, daha doğrusu insanlığın son birkaç yüzyıllık tarihsel gelişimini kodlamaktadır. Avrupa denen şey, tarihen aydınlanmadır, sanayi devrimidir, insanın dünyayı ve toplumu anlayabileceği, ideolojik, bilimsel, siyasal olarak kaderine hâkim olabileceği düşüncesidir.

Bu birikim işçi sınıfı sosyalizmine kadar gider. Daha doğrusu sanayiden caymış, tarikatlara sarmış, seçmen oylarını satın alıp sendikaydı, kitle örgütüydü hepsini dağıtmış bir burjuvazi dünyada fink atarken, bu birikim işçi sınıfına kalmıştır.

Özetle Avrupa-merkezli denip çöpe atılan "biz"iz!

Zaten bu Avrupa eleştirisi emperyalizm yanlısı bir konumdan yapılıyor: "yeni Türk devletinin yükselen Batı eksenine alt ya da muhalif değil, bu eksenin bir parçası olması"

İslamcı yazarımıza göre soğuk savaş sonrasında güller açmıştır: "Türkiye'nin sabit bir verisi olan Osmanlı tarih mirasının Soğuk Savaş dönemindeki ağırlığı Soğuk Savaş sonrası dönemde önemli bir değişim geçirmiş ve Türkiye'nin gerek Balkanlarda gerekse Kafkaslarda çok daha aktif bir dış politika yapımına yönelmesine yol açmıştır..."

Evet, referansımız Osmanlı'dır!

Ve hiç merak etmeyin, bu referans yenilenmesi bir tarihsel kesintinin veya inkârcılığın telafisi olarak ortaya konmuştur.

"Cumhuriyet'in ilk yıllarında Osmanlı'ya yönelik olumsuz tavrın, yeni rejimin yerleşebilmesi açısından bir zorunluluktan kaynaklandığını, ancak böylesi bir zorunluluğun söz konusu olmadığı günümüzde Osmanlı mirasının yeniden değerlendirilmesi gerektiği..."

Bakmayın Kemalizme yönelik bu nezaket jestine. Aynı yazara göre bunlar "atak ve belirleyici değil, savunmacı ve tepkicidirler. 'Çözüm için ben varım' ataklığına değil, 'bunalımlarda ben yokum' savunmasına ayarlı bir psikoloji içinde davranırlar." Bunlar kimliksiz seçkinlerdir. Bunlar monşerlerdir!

Keyfine göre değil de, tarihsel açıdan hangisi ileri, halkçı diye düşünmeye var mısınız? Cumhuriyetin tutamadığı "yurtta sulh cihanda sulh" sözü yayılmacı düşler peşinde kırılan ve yorulan toplumun barış isteğine, bu insani değere daha yakın değil midir? Yoksa ataklığı ve yayılmacılığı mı tercih edersiniz?

Savunmacılık Türkiye'nin 1929 ekonomik bunalımının girdabına katılmak yerine planlamaya geçmesiyle bir bütün oluşturmaz mı? Türkiye'nin "sünepe" yıllarında şöyle ya da böyle Sovyet dostluğu ve emperyalizm karşısında bir bağımsızlık arayışı vardır. Ataklık ise önce NATO için, sonra NATO adına icra edilmemiş midir?

İslamcının yazdığı günahlar Mustafa Kemal'e ve Cumhuriyete yazılmaktadır. Gerçekten de paranoyaya gerek yoktur. Zira şunlar alenen yazılmaktadır: "Bunun Osmanlı Devleti'nin son dönemlerindeki önemli istisnalarından birisi II. Abdülhamid'in takip ettiği sömürgeler politikasıdır. II. Abdülhamid'in sömürge Müslümanları üzerinde etki kurmak suretiyle oluşturduğu sınır-ötesi faktörün büyük güçlerin Osmanlı aleyhine yayılma politikalarını ne derece engelleyip geciktirdiği açıktır."

AKP İslamcısı için imparatorluk içi boş bir övünç vesilesinden ibaret değildir. Bu kadarına zaten Kemalist ders kitaplarından alışığız ve paranoyaya kapılmıyoruz. Osmanlıcılarımız pan-İslamisttir, Abdülhamid onlar için günceldir, din ihracı istemektedirler: "Türkiye artık Balkanlarda ...alternatif ara politikalar üretmek zorundadır. Bu ara politikaların temelinde Balkanlardaki Osmanlı-İslam kültürünün canlı tutulması..."

Burada bir liste yapabilir ve Müslüman Gürcülerden bilcümle Araplara, Afganistan'a ve Yemen'in komşusu Afrika'ya uzanabilirsiniz.

Bu "sömürge politikası" bir delinin sayıklamaları değildir. AKP Türkiye'sinde bu yaklaşımlar dış politikanın felsefesidir.

Sayıklayan Ahmet Davutoğlu'dur!

AKP dış politikasının temel yapıcısı rolünde olduğu gizlenmeyen danışman bunları yaklaşık on yıldır yazıyor: Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre yayınları, 19.baskı, Kasım 2004 (1.basım: Nisan 2001)

Anlaşılan bizim sol-liberallerimizin kütüphanesine bunlar daha girmemiş. Kolay değil, bu liberallerin abla ve ağabeyleri yıllarca Atatürk milliyetçiliğinden mükellef bir anti-emperyalist menü türetmeye kafayı takmışlardı. Yok küçük burjuvazinin solu, hayır oligarşinin orası burası, yok değil milli burjuvazi...

Buralardan çıkıp, "sınıf"ı pas geçip "öteki"yi keşfetmeleri yenidir. Henüz Davutoğlu'nu okumamış olabilirler. Bana ne isterlerse hiç okumasınlar! Benim derdim onla değil. Bu okuma özürlülerin durmadan yazmasıyla, cahil cesaretleriyle ve edepsizlikleriyle ilgili...