Oyun bitti

Oyun bitti. Solun başkalarının arkasına saklanmasının, başkalarının rüzgarına yelken açmasının, dalgaların üstünde sıranın kendisine gelmesini beklemesinin, aynı ezberlerle hayatını sürdürmesinin zamanı doldu.

Bütün bunlar geçmişte oldu.

Geçmişte böyle yaşanmamış olabilir. Hatta böyle yaşanmadıkları kesindir. Ancak bugünden bakıldığında ve daha doğrusu, alıp bugüne taşındıklarında görülen odur.

Daha açığını söylersem. Örneğin Sovyetler'in büyük prestijine, Latin Amerika'da yükselen gerillaya, dünyayı sarsan grevlere yaslanmak bir zamanlar mümkündü. Hatta solun kendi burjuva devrimcilerinin mirasının üstünde yükselmesinin mümkün olduğu yerler az değildi. Başkaları devrim sayfasını açıyor, sol, kuşkusuz mücadele ederek, büyük bedeller ödeyerek, ve söz sırasının emekçilere, kendisine geleceğinden emin olarak aynı sayfaya yazıyordu. Mümkündü bütün bunlar...

Bazı tartışmalar burada fantezi kaçar. Ne zaman bittiği sorusuna kimisi kalkıp Lenin'le birlikte “emperyalizm çağında” diye yanıt verebilir. Başkası, herkese inat, 1848'de Fransız burjuvazisinin silahları işçilere çevirdiği ana dönebilir. Daha da inatçısı, Robespierre ve arkadaşlarını giyotine götüren sürecin başlangıç noktasını hatırlatabilir.

Tarihin düz bir ilerleme olmadığını söyleyip kısa yoldan bu fantezilerden uzaklaşalım. Gerilemeler, ilerlemeler var. Duruyor, birikiyor, ileri fırlıyor. Koşup koşup, tam hamle yapmaya sıra geldiğinde nefesi yetmiyor... Çünkü tarih insanlığın büyük deneyiminden çıkan doğrultuda ilerlerken, mücadeleyle yapılıyor. Duran, koşan, yıkılan ve atılım yapan o mücadelelerin tarafları. Yani biz. Bizden öncekiler ve sonrakiler.

Her neyse... Bir süredir, bir kez daha, ama galiba -daha sonra sola kalacak olan, ve başlangıçta- burjuvazinin hesabına kaydedilmiş o büyük devrimci yükselişin başladığı zamandan beri, kaba bir kestirimle 18. yüzyılın sonlarından bu yana görülmedik biçimde oyun bitmiş bulunuyor.

Bugün miras bize yaramıyor. Dışardan esen rüzgarlar, düzenin iç hesaplaşmaları önümüzü açmıyor. İşimize gelmiyor, burjuva edebiyatçısının yazdıkları. Yaptıkları filmler bizi tehdit ediyor. İnsanın aklına ve ruhuna tecavüz ediyor, günümüzün yaratıları. Hayat hiç de, Manifesto'da dedikleri gibi büyük ustaların, akmıyor. Burjuvazi kaçınılmaz kaderini kendi elleriyle hazırlıyor gibi durmuyor...

Bu durum, tipik bir karşı-devrimdir. Ne ilktir, ne sondur. Robespierre'in ve Çavuşesku'ların idamları arasına bir çizgi çekebilir, Ankara'daki başbakanlık koltuğuna o çizginin öğrettiklerinden bakabilirsiniz. Evet karşı-devrim.

Oyun değildi, bir mücadele evresiydi biten. Devrimci dinamiklerinin kendilerini hissettirdikleri dönemlerin mücadele biçimlerini karşı-devrim ortamına taşırsanız, oyun oynar duruma düşersiniz. Kastettiğim budur. Nazizm altında onlarca ülkenin komünistleri parlamentolardan ve sendikalardan çıkıp başka yollara düşmüşlerdi. Bugün başka bir yol, başka yollar gerekiyor.

Zira her hafta bir iki mevziyi daha düşüren gericiliğin duracağı, düzenin bir başka aktörü tarafından veya dışardan bir kuvvet tarafından çelmeleneceği yönünde herhangi bir işaret alınmıyor. O mevzilerin kimileri sosyal devlet kırıntısıdır, kimileri işçi mücadelelerinin biriktirdiği demokratik haklar, başkası burjuvazinin bizde bile devrimcilik yaptığı çağdan kalan birikimler, biraz bağımsızlık, biraz laiklik... AKP bunları hoyratça kazımaya devam ediyor. Cumhuriyet mitingleri çok geride kaldı. Yerel seçimlerden Erdoğan ve arkadaşlarının itidal dersi almalarını bekleyenler çok yanıldı.

Bu beklentilerin en küçüğüyle bile, iyi niyetle bile olsa oyalanmak, oyun oynamak olur.

Devrimcinin görevi devrimci stratejimizi masaya yatırmak, çok değerli ama pek sınırlı kazanımlarla övünmeyi bırakmak ve sözcüğün yalın anlamıyla yaratıcı olmaktır.

Devrimcinin yaratıcılığı fantezi dünyasına atılmak değildir. Yaratıcılığın içinde hareket edeceği alanın icat edilmesi gerekmiyor. Bir tanesi, ittifaklardır. Herkes ittifaklar konusunda, karşı cephenin saldırısına nasıl direnileceğinin yanıtını aramak kaydıyla yoğunlaşmalıdır.

Bir diğeri derinleşmedir. Kısa vadede siyasetin rüzgarı bir çöl fırtınası tadında olmaya devam edeceğine göre, solun şansı derinlerdeki su kaynaklarına ulaşmakta. Fırtınanın kaçırdığı değil öfkelendirdiği kadro kaynakları, abarttığımı hiç sanmıyorum, çoğalıyor Türkiye'de.

Derinleşme daralma değil, genişlemenin koşulu haline getirilmelidir. Varsın bu ikisi, eski ezberlerde karşı kenarlara yerleştirilegelsin.

Sonra, karşı tarafın kendini güçlü sandığı cephelere dikkatle yürünmelidir. Solun büyük bir güç olduğu veya bunun olanaklarının bulunduğu koşullarda “proletarya diktatörlüğünün en demokratik burjuva rejiminden defalarca daha demokratik olduğu” vurgusu ve meydan okuyuşu bize yetebilirdi.

Bundan vazgeçmeyelim, çünkü doğru bin defa doğru. Ama özgürlükler alanında bu piyasacı faşist imamların cakasını dağıtmanın işten olmadığını da bilelim. Burada başı önde kalan bir sol oyun bile oynayamaz.