Nerde bu devlet, nerde bu egemen güçler?

“Erdoğan iç savaşa mı hazırlanıyor” sorusu tartışılıyorsa, ortada bir yönetim sorunu kesinlikle var demektir. Kriz ülkesi olarak tarihin kayıtlarına geçen Türkiye’de bu saptamanın tek başına haber değeri olmayabilir. Ama yine de biraz sesli düşünmek yararlı olacaktır…

Başından başlayalım…

Zaman zaman hükümet ile siyasi iktidar mekanizması arasındaki açı çok belirgin hale gelebilir. Her düzen kendini sağlam kazıklara bağladığı ölçüde, varoluşunu anlamlandıran tarihsel stratejisi ikide bir çekiştirilmeye bağışık olduğu takdirde güçlüdür. Elbette fazla çekiştirilemeyen o sağlam kazıklar ülkenin sosyo-ekonomik zeminine çakılmalı, bu zemin de kazıkları tutacak kadar dayanıklı olmalıdır. Olmadı; maddi zeminin zayıflıklarını siyaset giderir. Türkiye kapitalizmi genellikle, hatta neredeyse kural olarak maddi zaafların siyaset kurumu tarafından giderilmesine ihtiyaç duymuştur. Bununla da bağlantılı olarak, bizde kriz denen olgu her zaman her yerde olduğundan çok daha politik belirlenimlidir.

AKP’nin hükümete tırmanması, şaşkın liberallerin sandığı veya sunduğu gibi dipten gelen dalga değil, hazırlıklı bir projeydi. Bir tarafta büyük sermaye, diğer tarafta emperyalizmle “uyum”dan söz etmiyorum. Artık -doğrudur yanlıştır bilemeyiz ama- çok daha ince detaylar konuşuluyor. Erdoğan’ın cezaevi macerasına kadar

Bu arada şaşkın liberaller demişken, meraklısı en taze örnek olarak Hürriyet’in bir röportajına göz atabilir.

İlk dönemde “değişti mi, değişmedi mi” kodlaması altında dinci akımın “rejime tehdit algısının” dışına çıkartılmasına yönelik bir operasyon yürütüldü. Bu dönem ve daha uzun süre hükümetin tam anlamıyla iktidarı temsil eder hale gelmediğini düşünebiliriz. AKP artık iktidar blokuna veya egemen güçler koalisyonuna dahil olmuştu kuşkusuz. Ancak karar yetkisini devralmamıştı. Türkiye yeni bir rejime geçecekti eninde sonunda, ama araba devrilmemeliydi.

Eski Asker Partisi iktidar blokunun dışına itilmekte olduğunun farkına geç vardı. “İcabında Batı ittifakını sorgulayabiliriz” diyecek kadar ayarsız ve şuursuz bir topluluğun TSK’nın tepesinde, egemenlik mekanizmalarının damarlarında dolanmaları, AKP’nin yükselişi bir yana, düzen açısından başlı başına bir dengesizlik sayılmalıdır. Cumhuriyet mitinglerini gösterip dinci gericiliği, on yıllardır olduğu gibi, gerektiği dozajda kullanmayı sürdüreceklerini sandılar. Aslında şu “stratejik önem” meselesini yanlış anlamışlardı. Zannediyorlardı ki, emperyalizm bizim coğrafyamızda sarsıntılı değişimlere oynayamaz, risk alamaz! Oysa Ankara stratejik önemini dünya kapitalizminin malum “Sovyet tehdidi” sayesinde edinmiş ve biçimlendirmişti. Sovyet sonrası dünyada emperyalistler de pekâlâ biraz maceracı davranabilirlerdi.

Ve Türkiye’de iktidar mekanizmaları bir dönem parçalandı. Hükümet partisinin büyük sermayeyle kavgası büyük ölçüde danışıklıydı. Ama yargıyı, askeri, akademiyi kapsayamayan bir siyasal liderlik olamazdı.

Bu parçalanmanın tarafları, doğaları, yani sınıf karakterleri itibariyle konformist ve korkaktır. Kriz dinamiği halka, kitlelere zorunlu olarak çağrı çıkartır. Devletteki parçalanma kozmik odalardaki gibi duramaz. Dolayısıyla AKP’nin rejim değişikliğinde yol almasıyla ortaya çıkan sorun, değişimin bir karşı-devrim süratine kavuşmasının da gerekçesini oluşturdu. Riskin bertaraf edilmesi için vurup geçmek lazımdı.

Devlet geleneğiyle övünmeyi çok seven bir yapıda imam beceriksizliği bu sayede sineye çekildi. Milli gurur demagojisini düzenin başlıca dayanağı yapmış bir sistemin onursuzluğun dibine vurmasının üstü elbirliğiyle örtüldü. Lime lime dağılan yönetme erki yeniden bir bütünselliğe kavuşturulmalıydı... Eski düzencilerin direnci bu noktada bitmiştir: Düzeni dinciler mi sağlayacak? Varsın onlar sağlasın. Yeter ki “bişi olmasın”…

Geldik 2010 referandumuna, 2011 seçimlerine ve başkanlık tartışmasına… Daha önce başka vesilelerle çok yazdık. Oylama neden değil sonuçtur. AKP referandumda, seçimde değil onun öncesinde siyasi mücadeleyi kazanmıştı.

Ama “bir şey olmasıncılık” sayesinde ulaşılan bu sonucun tüm taraflarının -bu arada resmi muhalifleri olarak sosyal-demokrat ve Kürt hareketlerinin de- toptan “halk” faktöründe yanıldıkları ortaya çıktı. Hoş, koskoca büyük sermaye ve emperyalizm aynı yanılgıyı paylaşmışken onların yanlışı fazla da abartılamaz. Aslında hakkında konuştuğumuz bütün bu iktidar, egemenlik, düzen gibi mekanizmalar halkı yönetmek içindir. 2013 itibariyle anlaşıldı ki, egemen güçler ailesinin tamamı aralarındaki itişmeler ve büyük projeler sırasında hayatın asıl manasını gözden kaçırıyorlardı!

Sonra halk sokaklardan geri çekilmiş olsa da, yakalar bir türlü yan yana gelmez oldu. Bugün ortada ne sağlam kazık var, ne kazıkların çakılı duracağı zemin; ne yeni kazık var, ne de onu çakacak bir kudret.

Dünya kapitalizmi özel askeri şirketlere hayatında önemli bir yer açabilir. Ama bir enstrüman, alet olarak… Bir iktidar ultra gerici birtakım güçlerle beraber çalışabilir. Ama bu ilişkiyi erkin paylaşılmasına evriltmeden, ipin ucunu elinde tutarak... Türkiye, Cumhurbaşkanının, yakınlarına “iç savaşsa iç savaş, ezer geçeriz” dediği bir ülke olabilir mi? Bana sorarsanız, olamaz. Türkiye sarsılarak başkalaştırılmanın barındırdığı risklerin çok ötesine geçmiş bulunuyor.

Birkaç yıl önce birilerinin “yeter ki, bir şey olmasın” demesinden, sadece AKP değil düzenin bütünü bir enerji türetmişti. Şimdi Türkiye’de devlet, egemenlik mekanizmaları, bir bütün olarak yönetim erki görülmemiş bir seyrelme, dağılma yaşıyor. Tahliye edilen, elden kaçırılan, soruşturulmasına ihtiyaç duyulmayan militan haberleri, IŞİD’in yargıda ve Emniyet’le basbayağı örgütlü olduğunu gösteriyor. SADAT haberlerinden anlaşılan, devletin daralan merkezi kendini illegal aygıtlara emanet ediyor. Düzenin bir merkezi aklının, dalgalanmaları aşabilecek bir stratejisinin kalmadığı anlaşılıyor. Erdoğan kiminle hangi pazarlığı bağlarsa bağlasın, kime neyi peşkeş çekerlerse çeksinler, Türkiye’nin yönetilebilir bir dengeye dönme olasılığı kalmıyor…

Sol bu koşullarda yalnızca süregiden delilikle ve bunun olası sonuçlarıyla değil, eninde sonunda denenmesi zorunlu olan “bişi olmasın” konformizmiyle de mücadele etmesini bilmelidir.