İslamcılardan öğrenilmesi gereken

Dün 2 Temmuz’du. 

Yıllarca “şu İslamcılar acayip kitle çalışması yapıyorlar, kapı kapı örgütleniyorlar” dendiğini hatırlıyor musunuz? Bunu demekle kalınmaz ve solun eskiden çok daha iyi bildiği bu çalışkanlığı, militanlığı, halkçı tarzı ihmal etmesine fatura çıkarılırdı. Özetle sol İslamcılardan öğrenmeliydi!

İslamcılardan öğrenilmesi gereken bu değil. Daha doğrusu İslamcılardan öykünmek için öğrenilecek bir şey yoktur. İlk duyduğum günden beri içim bulanır… 

Kapı kapı gezen gericilerin arkasında devlet, sermaye, kadim dinci ideolojiler kapı gibi duruyordu ve bunların örgütlenme tarzından kendine ders çıkartmak iç bulandırıcıydı. Ama İslamcıların nasıl yükseldiği ve Türkiye’nin nasıl İslamlaştırıldığı çok büyük bir özenle öğrenilmelidir. Bu öğrenilmeden 2 Temmuz’u anamazsınız.

Sivas katliamının çok öncesinde başladı laik aydınların kırılması. 12 Eylül 1980 yakın tarihimizin en sert kırılma noktalarından biriydi. İlerici ve aydın kıyımının anlamı bu tarihin öncesinde başkadır, sonrasında başka. 

Öncesindeki cinayet ve katliamlar Türkiye kapitalizminin çok boyutlu krizinin başkalaştırılmasını amaçlıyordu. Kapitalizmin suçunun faturası, krizin devrimci duruma dönüştürülmesi ve devrimle çıkartılır. 1970’ler ya buraya açılacaktı ya da fatura ülkenin yönetilmesini engelleyen, memleketi yaşanmaz hale getiren (!) aşırı uçlara kesilecekti. Sivil faşizm diye bir şey yoktu. Devletin kontrgerillasının ve faşist partinin, kapitalizmi kurtarmak için üstlendikleri misyon vardı. Cinayet ve katliamlar yoluyla nüfusun büyük çoğunluğu daha iyi bir gelecek umudunu yani solu terk etmeye, veya ölüm korkusundan sıtmaya rıza göstermeye evrildi. Darbe beklenir hale geldi, meşrulaştı.

İlerici ve aydın öldürerek rejim değişikliğine zemin hazırlanabildiği dersini İslamcılar iyi bellediler. Öğrendikleri, solcular gibi halkı kapı kapı örgütlemek değildi. Solcuları öldüre öldüre rejim değiştirmeyi öğrenmişlerdi. 

Sonra; faşist 12 Eylül paşaları bile demokrasiye dönüşten söz ederken, modern kapitalizmin egemen güçlerinin şeriat rejimi tasarlayabilecekleri pek az kişinin aklına yattı. Düzenin sağduyulu bir merkezi, devletin bir aklı olmalıydı ve bu akıllı merkez dengeleri gözetmeliydi. 

Kapitalist sömürü düzenine sağduyu atfetmek demokrasiciliktir. Demokrasicilik solun içinde Truva atıdır. Solun en büyük baş belasıdır. 

Oysa Kenan Evren boşuna elinde Kuran miting yapmıyordu. ANAP eski dönemin İslamcılığını boşuna “dört ana akımdan” biri ilan etmemişti. Tarikatlar tesadüfen devlet içinde yayılmıyordu. Kürt hareketinin karşısına Sünni İslama dayalı Hizbullah’la çıkılmasının bir mantığı vardı. Laik aydın suikastları da manyak seri katillerin eseri değildi. 

Dün Sivas katliamının 26. yıldönümüydü. Anıyor muyuz?

Kapitalist sömürü düzeninin egemenleri kimlerse, onlar arasındaki dengelerden süzülen sentezin temel çizgileri bellidir: 

21. yüzyıla yaklaşırken laiklikten kurtulmak istiyorlardı. Kamuculuğun yerini piyasacılık alacaktı ki, yeni kâr kapıları açılsın. Kamu yararı, ulusal bağımsızlık, egemen hukuk sistemi gibi erdemler küreselleşmeye kurban edilecekti ki, ülke emperyalist sistemle uyum tesis etsin. 

Proje imamların, özelleştirmeci patronların ve emperyalistlerin, orta çağdan fışkırmış gericilerin, tarikatları sivil toplum kuruluşu ilan eden liberallerin, modern devletin bürokratlarının, emek düşmanı her tür kapitalistin ortak projesidir. 

Her düzen siyasetinden beklenen, kendisini egemen güçlere kanıtlamasıdır. Sentezi kimin temsil edip yürüteceğinin belirlenmesi için ihale açılır bir anlamda. 

2 Temmuz bir ihale tarihidir.

Sivas katliamı dinci gericiliğin kapitalist Türkiye’nin yönetimine adaylık başvurusu olarak verdiği en güçlü ve şiddetli dilekçedir. Orada Çiller ve Akşener, Ağar ve Soylu, Erbakan ve Karamollaoğlu, Türkeş ve Bahçeli vardır. Orada anlamazlıktan gelen Ecevit ile İnönü, artık ne olup ne bittiğini anladıkları gün gibi açık Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu vardır. Orada Şeyh Sait ve Fethullah Gülen vardır. Koç vardır, Sabancı vardır, “Anadolu kaplanları” vardır, “yeşil sermaye” vardır. ABD vardır, AB vardır…

“Orası” dediğim sadece bir yıldönümü değildir. Orası, 26 yıl öncesiyle bugünü birleştiren sınıfsal sürekliliktir. 2 Temmuz 1993, bir yıla kalmadan Erdoğan ve Gökçek’in iki büyük belediyeyi almalarıdır… 

İslamcılardan öğreneceğimiz bir şey yok. Kapitalizmin ve düzenin nasıl İslamlaştırıldığını ise öğrenmemiz gerekiyor.