Ergenekon’dan çıkış

Aydemir Güler'in “Ergenekon'dan çıkış” başlıklı yazısı 12 Nisan Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Her ulusun kurucu öyküsü olur. Aralarında mazlum, mütevazı, barışçı olanların sayısı kaçtır acaba? Varsa da, bu erdemler, o halkların uluslaşmasına yaramamış olsa gerek!

Ergenekon’dan veya başka efsanelerden çıkıp kendini ulus olarak kuran halklar, bütün zorluklara, onca yokluklara ve her taraftaki düşmanlara “karşıdır”. Ortalığın kabilelerden geçilmediği çağlarda, bu bir ulus kuruluşu da değildi zaten. Modern milliyetçiler yeni bir icat olmadıklarını, kadim bir efsaneden geldiklerini iddia ederler bu yolla: “Ben kimim, biliyor musun!”

Ulusların tarihin ileri dönen çarkıyla uyumlu olduğu zamanlarda sol bunlarla belirli bir empati kurmuştu. Ne de olsa, yeni ulus, yoksul köylünün üstünde tepinen beylerin, prenslerin tasfiyesi demekti. Hurafelerin yerini bilimsel pratikler alıyordu. Kentler yükseliyor, eğitim aristokrat ayrıcalığı olmaktan çıkıp yurttaşa ulaşıyordu. İşçi sınıfı doğuyor, o da beraberinde hakkını aramak için örgütlenen, mücadele eden onurlu bir insan profilini getiriyordu gündeme...

Ne güzel, deyip bitiremiyoruz!

Çünkü tüccarlar ve sanayiciler aslında beylerden, prenslerden daha az gaddar ve bencil değildi. Yalnızca, kitlelere seslenirken ve onları peşlerine takarken, sömürücü yüzlerini özgürlükçülükle örtüyorlardı. Hurafeler, bu sınıf için kapitalizmin gelişmesine köstek olduğundan, bir de kilise servetinin öylece yatması içlerine sinmediğinden kötüydü. Yoksa din mi bilim mi diye sorsanız, hangisinde kâr daha yüksek, ona bakarlardı! Asıl, işçi sınıfı mücadeleye girdiğinde film koptu. Modern ve geleneksel sömürücüler hemen nikah tazelediler.

Fransız Devrimi’nin baldırı çıplakları kendilerini ulusun ta kendisi sanacaklardı nerdeyse: “Gözlerine cehaletin perdesi inmiş köylüler, yoz krallar da kim oluyordu! Kiliseleri zaten yıkıp geçmek lazımdı!” Ulus, o yoksul ve onurlu insanlarla, onların koluna girmekten yüksünmeyen aydınlardı. O kadar!

Bu duygu, Türkiye’ye de yabancı değildi. İşgalciyi kovmanın onuru, yeni bir ülke kurmanın heyecanı gibi farklı biçimlerde...
Tabii ki bir yanılsamaydı bu. Egemenler yanılsamayı bile tehdit saydılar. Kurucu öyküler karakter değiştirdi. “Zorluklara, yokluklara her yandaki düşmana karşı” doğan ulus, düşmanın burnundan getirmesini bilirdi. Kurucu efsanede olduğu gibi!

Fransa Fransızların, mümkünse, tek örneğine rastlayamayacağınız Galyalılarındı. Türkiye de Türklerin! Almanya’yı tahmin edersiniz...
Sahiplik iddiasındaki Türk kimliğinin Ergenekon’dan feyz alması demek, aynı yerlerin başkalarına ait olamayacağıdır. “Başkaları” yalnızca Ermeni, Kürt vs sanılmasın. “Başkası”, önce emekçidir . Çünkü emekçiyi, emekçi olarak davranıp hakkını aramaktan caydırmanın en iyi yoludur, “hepimiz aynı milletiz” demek. İşte bu yol Ergenekonlardan çıkıp gelir.

Ve bu noktada ulusçulukla empati devri kapanır. Hakkını arayan emekçinin üstünü kimse örtemez.

Ergenekon yolu orda bitmez. Bakmışsınız, NATO’cusu, kontrgerillası, işçi grevlerine, anti-emperyalist gençlere saldıran faşist çeteleri piyasa yapıyorlar!

Türkiye’de II. Dünya Savaşı’nda Nazi hayranlığı Ergenekon’la aklandı. Gazete binaları 1950’lerde ve ‘90’larda o yoldan gelenlerce basıldı, bombalandı. Sabahattin Ali, Turan Dursun ve Musa Anter o yola inananlarca öldürüldü. NATO üyeliğine Ergenekon’dan varıldı. 12 Eylül darbecileri Türk-İslam sentezcileri, kendini oranın buranın fatihi ilan eden Erbakan ve öğrencileri de ordan geldi. Bu yoldan zengin oldular...
Şimdi Silivri’de bir yeni-Ergenekonculuk icat ediliyor. Bunlar yobazların, emperyalistlerin “gadrine uğramış olmakla” yetinmiyor. “Bütün zorluklara, onca yokluklara ve her yandaki düşmanlara karşı” demirleri eritip dağları delip milleti ihya etmekten söz ettikçe, sakilleşiyorlar. Akillerin alternatifi sakiller olduğunda kimin kazanacağının farkındalar mı, acaba?