Dört gün gecikmeli yazı

1974, 2014... Kırk yıl.

20 Temmuz 1974'ü önceleyen günlerde ülkemizi Kıbrıs'ın fethi heyecanı sarmıştı. “Barış Harekatı”na imza atan CHP-MSP koalisyonunun küçük ortağı kısa bir süre sonra Erbakan'ın da “fatihlik” rütbesini üstüne almasıyla koalisyonun dışına çıkıp hamle yapmaya kalkacaktı. Fazla işe yaramadı. Dinci gericilik zaten merkez sağ ve faşist partilerle tarihsel ortaklığın parçasıydı. MSP daha sonraki Milliyetçi Cepheler'in ikinci gücü olarak 1970'ler siyasetinde yerini belirginleştirdi.
Madem parantez açtık MSP'nin asıl başarısı CHP ile koalisyon kurmaktır ve Ecevit'in en büyük tarihsel günahlarından biri de budur. Sağın stepnesi olagelmiş dinci gericiliğin dosyasına “hükümet olabilir” mührünü vuran Bülent beydir. Yıllarca ondan liderliği kapmaya uğraşan Deniz Baykal'ın da Erdoğan'ı hapisten meclise taşıyan operasyona imza atması gibi... Hey gidi sosyal-demokrasi!

Fatih rütbesinin meraklısı olamazdı Ecevit. O, güvercin uçuran ellerinin resmedildiği afişlerle, aynı baskının yapıldığı tabaklarla tarihe geçmeliydi.

Ama fark etmiyor. Kırk yıl önce bugünlerde Türkiye dönemin şovenizm pınarı Kıbrıs'la yıkandı. Kirlendi.

* * *

Solda ise akılları karıştıracak faktörler -her zaman olduğu gibi- vardı. TSK operasyonu sadece “ırkdaşları” korumakla kalmamış, Yunan faşizmini de sarsmıştı. Birinci sayfadan verilen bir karikatürde Türk'ün yumruğu Kıbrıs'a iniyor, ötede Akropolle temsil edilen cunta çöküyordu!

Yalan da değildi hani. Tabii Yunanistan emekçilerinin, başta Komünist Partinin mücadelesini, bugün bir ulusal gün olarak kutlanmaya ve anılmaya devam eden Politeknik direnişini ve başkalarını ihmal etmemek kaydıyla.

Aslında Kıbrıs'ta faşist darbe tezgahlamak Albaylar Cuntasının ömrünü uzatmak için yaptığı bir denemeydi. Kendilerini bu yolla emperyalizme beğendireceklerini umuyorlardı bütün alçak işbirlikçiler gibi. Adayı yakacaklar, Kıbrıs halkının sömürgeciliğin kalıntılarını temizlemesine, Bağlantısızlar Hareketi üstünden sola kaymasına, sosyalist Sovyetler Birliği'yle paralelliklerini arttırmasına engel olacaklardı.

Bütün diktatörlüklerin ortak özelliğidir, kendini bilmezlik. Bilemezler, çünkü çaresizdirler. Yunan cuntasının yaptığı buydu. Emperyalistler de arkadan ittiler. Tutarsa ceplerine koyacaklardı, tutmazsa kimin ipinin çekileceği belliydi.

Yani Türkiye solunun Barış Harekatından bir ulusal övünç türetmesi yersizdir.

Ankara merkezkaç etkiler altında hareket eden Kıbrıs'a dönük emperyalist planın parçası olmuştur. Harekatın Lefkoşa'nın göbeğinde, Adanın büyük biraderi Britanya'nın “saray”ında durması rastlantı olabilir mi!

* * *

Sonrası bataklıktır.

Emperyalizm Kıbrıs'ta kir üreten, sürekli uluslararası hukuku ihlal eden, yasadışı nüfus hareketleri örgütleyen, adanın kuzeyini kumarhane ekonomisine çeviren Ankara'yı bu çamurla teslim almıştır. Türk-Yunan gerginliği denen zırvalık bölgeyi tutsak etmenin bir aracı olarak kullanılmıştır.

Bataklık ölüm korkusuysa, emperyalizm Türkiye egemenlerine ve yoksul, bilinçsiz, örgütsüz halka bunu yaşattı. Deyimde geçen sıtmanın temsilcisi ise AKP'dir!
AKP kah Türkiye'nin kadim sorununu çözmek, kah AB yolundaki “kamburu” sıfırlamak, kah ordunun rolünü azaltıp ortalığı demokratikleştirmek iddialarıyla, kah ABD'yle stratejik ittifak masalları yayarak yol aldı. Kıbrıs, AKP diktasının kendini ülkeye vazgeçilmezlik edasıyla dayatmasının zeminlerinden biri oldu. Erdoğan'ın yeteneği balçık üstünde yaylanıp sıçrayabilmektir.

* * *

Anlatmaya çalıştık dostlarımıza... Kıbrıs'ta AB'yi olumlu bir amaç gibi gösteren, AKP'yi o güzel geleceğin taşıyıcısı olarak sunan ve komünist Nâzım'ın adını bulaştıran “Bu memleket bizim” kampanyasının sakıncalarını yazdık, yıllar önceki soL dergilerinde.

Kıbrıslı Rum kardeşlerimize de dil döktük. “Adam gerici, ama barışı getiriyor” yaklaşımının hayatta herhangi bir karşılığı olamayacağını anlatmaya uğraştık. Bu kafa dağınıklığıyla marksist olunamayacağını görüyorduk. Bildiğimiz “yetmez ama evet” sendromuydu karşımızdaki... 12 Eylül'den kurtulma demagojsinin Kıbrıs'taki karşılığı Denktaş olmuştu. Türk kontrgerillasının ilk egzersizlerinde eğitimini tamamladığını hiç saklamayan, ama kimilerinin yine solculuk adına anti-emperyalist sıfatıyla taltif ettiği Rauf bey...

* * *

Kırk yıl sonra solun pozisyonu bellidir.

Biz o güzelim Adanın birliğini savunuruz. Lefkoşa'yı bölen o aptal duvarlara, kum torbalarına nasıl katlanırız!

Bu birliğin Kıbrıslı Türk ve Rumların kardeşliği üstüne bina edilebileceğini biliriz.

Kardeşliğin, başkasının dilinde koca bir yalan, emekçilerin mücadelesininse en doğal parçası olduğu açıktır, sol için.

O halde mücadele ederiz. Başka bir şey için değil, sosyalizm için mücadele ederiz. Toplu mezarların, Derviş Kavazoğlu'nun, Kostas Mişaulis'in acısını sosyalizmden başka bir şey söndürebilir mi?

Gelinen noktada, ekmeğini aramak için adasını veya anakarasını terk eden emekçileri mücadele kardeşliğimize katmamız gerektiğini görmezden gelemeyiz. Konuştuğu dile, inandığı dine değil, emekgücüne bakarız biz.

Bir de Kıbrıs'ın üstüne düşen gölgeleri ihmal edemeyiz. NATO üyesi iki kapitalist devletin, Yunanistan ve Türkiye'nin sakil gölgeleri olsa olsa bu iki ülkenin komünistlerinin öncülüğünde kaldırılır.

* * *

Tutum almakla kalmayız. Kalmıyoruz.

Ağustos ayında Türkiye Barış Derneğinin ve Kıbrıs Barış Konseyinin temsilcileri başka yoldaşlarıyla birlikte Filistin'de olacaklar. Ekim'de Kıbrıslı Rum ve Türk barışseverleri, Yunanlı kardeşleriyle birlikte İzmir'de ağırlayacağız.

Kırk yılın acısını mücadeleyle çıkaracağız.

Dört günün lafı mı olur...