Doksan sekiz

Doksan sekiz yıl önce Trabzon açıklarında yoldaşlarıyla birlikte katledilmesinden dört buçuk ay önce Mustafa Suphi, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayının Başkanlık Divanında oturuyordu. 1920 Eylül ayının ilk günleriydi. Kısa süre önce Moskova’da Komintern Kongresinde delegeydi. Moskova’dan Bakü’ye, Zinovyev, Radek, Bela Kun, John Reed ve daha birçokları birlikte yolculuk ettiler. Bu yolları İç Savaş boyunca Kızıl Ordu’nun bir savaşçısı ve Rusya Müslümanlarını Bolşevik saflara kazanmaya uğraşan bir Parti örgütçüsü olarak daha önce de kat etmişti.

Moskova-Komintern, Bakü-Doğu Halkları “Şurası”, Bakü-Türkiye Komünist “Fırkası” Kongresi… Birbirinden ayrılmaz bu üç adımı Ankara yolculuğu takip etmeliydi.

Parti zaten Ankara Meclisindeydi. Aynı günlerde Halk Zümresinin adayı Tokat mebusu Nazım Bey oylamada Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in desteklediği adayı yenilgiye uğratıp Dahiliye Vekili seçiliyordu. Baskılar karşısında görevde kalamadı, ama komünizmin “boyunu aşan” işlere soyunan bir parti olduğu gösterilmişti artık.

Parti memlekette bir avuç kalan fabrikalardaydı. Parti işgal altındaki İstanbul’daydı. Parti Anadolu’daydı. Çok kalabalık değillerdi, ama devrim rüzgarının Batı’nın ayrıcalığı olarak kalmadığı kesindi. Genç, sınırlı deneyim sahibi, az sayıdaki komünist bu devrim sarsıntısının içinde önem kazandılar.

Hakikaten gençtiler! Mustafa Suphi 40 yaşına girmemişti. Ama zaman gençlerin zamanıydı. Suphi, adaşı Kemal’den, Şura’nın konuğu Enver’den olsa olsa bir, iki yaş küçüktü.

O, Bakü’de, katledilmezden dört buçuk ay önce Komintern tarafından düzenlenen Kurultayın divanında otururken, Ankara hükümetinin temsilcisi olarak gönderilmiş olan İbrahim Tali Bey ve İttihat Terakki’den kalanların lideri olduğu anlaşılan Enver Paşa kendilerine söz verilip verilmeyeceğini merak ediyorlardı belki de.

Mustafa Suphi’nin üyesi olduğu Divan onlara söz vermedi. Mesajlarını yazıp verdiler. Okundu.  

Kongre Türkiye’nin emperyalizme karşı mücadelesine açık destek veren, ama uyarılarını sakınmayan bir karar tasarısını kabul etti:

“… kurultay Türkiye’deki ulusal devrimci hareketin yalnızca yabancı sömürücülere yönelik olduğunu ve bu hareketin işçi ve köylülerin ezilmekten ve sömürülmekten genel anlamıyla kurtulmaları demek olmayacağı gerçeğini de ortaya koyar.”

Komünistler, işçi sınıfı, Rusya’daki Sovyet iktidarı Anadolu’daki ulusal devrimci hareketi kuşkusuz desteklemekte, ama gözünü toplumsal kurtuluşa dikmektedir.

Kurultay, “Geçmişte işçi ve köylüleri ölüme götüren… bu hareketin önderleri hakkında ihtiyatla söz edilmesi gerekliliğine inanır. Kurultay onlara eylemleriyle halka hizmet etmeye hazır olduklarını kanıtlamayı ve eski yanlışlıklarının izlerini silmeyi önerir.”

Divanda Mustafa Suphi vardır ve Osmanlı-Türk burjuvazisinin Birinci Emperyalist Savaşta gösterdiği gayretkeşlik, halk kitlelerini ölüme sürükleyişi mahkûm edilmektedir.

Doğu Şurası biter, TKP’nin kurulduğu Kongre yapılır. Dönüş hazırlıkları başlar. Kızıl Ordu karşı-devrimci Polonya ordularını geri püskürtmüştür bir süre önce. Ama karşı-devrimin Varşova’da ve başka yerlerde, sosyalist devrimin Avrupa’ya yayılmasını durduracak kadar güçlü olduğu gerçeği, hayli ağır bir yenilgiyle deneyimlenecektir. Moskova’dan Bakü’ye kadar her tarafı ısıtan devrim rüzgârı Batıda tersine dönmektedir. Genç TKP ise emperyalizme karşı savaşta bir amele ve rençperler cephesi açmayı, ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşla taçlandırmayı programına yazmıştır.

Suphi ve arkadaşları, bu yolda zaferin herhangi bir güvencesi olmadığını biliyor olmalılar; ve belli ki “emin misiniz” diye soran dostların uyarısını dinlemek yerine doğru bildikleri yolda devam ederler. Doksan sekiz yıl önce acımasızca öldürülürler.

Ulusal kurtuluştan daha fazlasını istemeleri gerçekçi miydi, değil miydi diye çok konuşuldu. Maceracı ve hayalci olmakla suçlandıkları oldu. Güç dengelerinin o yıllarda Türkiye’de komünizmin zaferine ve işçi sınıfının iktidarına el vermesi çok zayıf bir olasılık olabilir. Ama olasılık ve olanak hesapları bir yana, Suphi ve yoldaşları Partiyi kurarken ve ölüme giderken, garantici ve soğuk bir gerçekçiliği değil devrimci coşkuyu seçmiş oldular. Bu seçimleri doksan sekiz yıl sonra geçerliliğini koruyan bir öğüttür. Zafer güvencesi yoktur, ama bu yol seçilmeden devrimin gerçekleşme ihtimali hiç yoktur.  

Bu ilk yenilgimiz yalnızca bizim göğsümüzde on beş yara açmış olmadı. Geriye bir tarih dersi bıraktılar.

Anlaşıldı ki, toplumsal kurtuluşa dönüşmeyen ulusal kurtuluş er geç çözülür. İşçi sınıfının varlığına ve öncülüğüne inanmamayı gericilik, irtica olarak ilan etmişti, Suphi. İşçi sınıfı öncülüğü kurulamadığı durumda, gericiliğin diğer anlamıyla da geri geleceği kesindi.

On beşler katledildi. Türkiye, İktisat Kongresinde kapitalizm yolunu seçtiğini ilan etti. Sol baskılandı. Türkiye egemenleri Kurtuluş Savaşını cömertçe destekleyen Sovyet iktidarına karşı Nazi zaferi için dua edeceklerdi. Suphiler öldürüldü, TKP kuşatıldı. Türkiye NATO’ya girdi. Sultan ve halifeyle birlikte toprağa gömüldüğü sanılan tarikatlar geri geldi…

Doksan sekiz yıl önce memleketin en değerli, en eğitimli, en cesur, en birikimli ve kırk yaşını doldurmamış on beş evladı kaybedilmedi yalnızca. Karadeniz’e atılmak istenen Türkiye’nin aydınlık geleceğidir.

Hayır! Yas tutmuyoruz. Doksan sekiz yıldır haklı çıktık. Elimizde biri yarım, diğeri tam olmak üzere iki tane kurtuluş seçeneği yok. Yarım kalan yenilir. Kural bu. Bu kural doksan sekiz yıl sonra geçerliliğini koruyor.

Devrim yolculuğu sürüyor.

(Kaynak: TÜSTAV)