Doğurduğuna inanıyorsun da…

Ekim Devriminin yüzüncü yılı diye çok konuşulması sonuç olarak iyidir. Ama bazı konuşmalara polemik ve teşhirin eşlik etmesi de gerekmektedir. Bu yazı belirli bir adrese seslenmiyor, ama içinde kendisinden bir iz bulacak çok anti-Sovyet kesim olduğu doğrudur.

Nasrettin hocanın doğuran tenceresine inanan komşusunun, tencerenin ölüm haberine şarladığını biliriz. Teşhir edilmesi gereken tezlerin bir kısmı o fıkrayı çağrıştırıyor…

*             *             *

Sovyet iktidarının orduya yatırım yapmasına aklı ermeyenleri bir kenara bırakmak durumundayız. Yeri geldiğinde Amerikan silahlarıyla donatılmayı “komünistler verdi de almadılar mı” diye aklayanların, önce Beyaz Orduları, sonra da Nazi kabusunu püskürten Kızıl Ordu’yu lüzumsuz bir iş sayması ciddiye alınamaz. Bereket bu saçmalığın şimdiye kadar benim rastladığım bir tek örneği oldu.

Geçenlerde Kürkçü-Aktan söyleşisini ele almıştım. Ardından sosyal medyada bayağı arkamdan konuşuldu. Sosyal medyanın çağımızda bir açık dedikodu alanı olarak kullanılmasını bir kenara, gevezelik edenleri de kendi hallerine bırakıp, yeri gelmişken o yazımla ilgili bir düzeltme yapayım.

Ben 1980’lerin sonlarında tanıştığım Ertuğrul Kürkçü’yü, sayısız başlıkta karşıt görüşlere sahip olsak da, başka türlü tanımıştım. Aradan geçen zaman içinde aritmetik konusunda da gerileyeceğini akıl edemeyince bir yanlışa düşüp, Sovyetlerin 72 yıl ayakta kaldığı iddiasını veri sayıp geçmişim. 1991’den 1917’yi çıkarınca 74 yaptığını not etmediğim için okurlardan özür diliyorum… Sağlamasını yapmalıymışım.

*             *             *

Bugün ise daha netameli sayılan bir konuya değineceğim: Stalin döneminde eski Bolşevik kadroları kapsayan şiddetli tasfiye. Bu tasfiyenin baskın biçimi idam cezası, Trotskiy söz konusu olduğunda ise bir cinayet komplosu olmuş, bir dizi eski kadro da sürgüne yollanmıştır.

Tabii ki idam da cinayet komploları da bizden ırak olsun. Öyle ki, arkamdan bir de bu konuşulmasın…

İddiaya göre Stalin kendi kişi veya zümre iktidarı adına, yani sosyalizm açısından aleni bir yozlaşmayı temsilen etrafındaki bütün devrimci, aklı başında, nitelikli Bolşevikleri yok etmişti. 1936 mahkemeleri düzmeceydi. İfadeler işkenceyle alınmıştı. “Sağcılar ve Troçkistler Bloku”nun kurulup suikast, sabotaj ve Almanya ile Japonya ile işbirliğine girdiği kaba bir yalandı…

Kabul etmeliyiz ki, bu “yalanlama” Sovyetler Birliği tarihinin itibarsızlaştırılması amacına ulaşmıştır. 1936’dan yirmi yıl sonra Hruşçov 20. Kongrede destalinizasyonu başlattığında SBKP’nin resmi görüşü Troçkist tarih tezine rehin düşmüş oldu.

Sonrası reel sosyalizm cephesinde genel olarak utangaçlıkla nitelenebilir. “Evet Sovyet tarihinde çok ayıp şeyler olmuştu.” Tövbekârlık ile suskunluk arasında salındı durdu geleneksel sol.

Üstüne Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da karşıdevrimleri, Kızıl Ordu’yu da devreye sokarak engel olması eklendi. Aynı koro fırsatı kaçıramazdı: İşte, Stalinizm dimdik ayaktaydı ve başta Macaristan ve Çekoslovakya olmak üzere demokratikleşmeyi önlüyordu. Bu ülkelerde açıkça Batı ile bütünleşmeyi, kapitalizme hem ekonomik hem siyasal olarak geri dönmeyi savunanlar hakiki sosyalizmin savunucuları olarak sunuldu. Yeni “Troçkistler ve sağcılar blokları” görmezden gelindi.

SBKP bu tartışmada sıkıntıdaydı, zira Stalinsizleştirme politikası dursa da, Stalin’in itibarı iade edilemiyordu tam olarak. Rivayet hep muhtelif kaldı. Üstelik Sovyet ekonomisinin piyasacı reformlardan geçirilmesini savunan etkili unsurlar hep olduğu gibi, burjuva demokrasisinden öğrenecek çok şey olduğuna inanan bir aydın fraksiyonu da sözünü kâh alçak kâh yüksek sesle söylemeyi sürdürdü.

Oysa Lenin-Stalin geleneğine başvurulsa proletarya diktatörlüğünün en demokratik burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratik, kolektif mülkiyet ve merkezi planlamanın ise piyasacı kapitalist sömürünün kökten reddi olduğu savunulabilirdi. Bunlar savunulsa işbaşındaki bilumum blok da görülebilir, gösterilebilirdi.

*             *             *

Aradan yıllar geçti ve tencere, burada iki örneğiyle yetineceğim biçimde defalarca doğurdu.

Örnek bir: Polonya’da kapitalizme geri dönüşü, sosyalizmin tasfiyesini savunan muhalefet, üç ayaklıydı. Bir: işçi tabanına dayanan dinci sendika. İki: Katolik kilisesi. Üç: hareketin ideolojik merkezi olarak işlev gören, ağırlıklı olarak Troçkist aydınlar. Bunlardan biri değil üçü de emperyalist ülkelerle ilişki içindeydi. Bu bir yeni “Troçkistler ve sağcılar blokuydu” ve açıkça karşı-devrimci, işbirlikçiydi.

Örnek iki: Yeni muhafazakârlık denilen akım, ekonomide neo-liberal dönüşümlerle, toplumsal planda emekçi örgütlerinin tasfiyesiyle, siyasette ise baskıcı rejimlerin inşasıyla son karşıdevrim çağına imza atmıştır. Bu akımın neo-con denen kadrolarının önemli bir kaynağı Amerikan Troçkistleridir. Yaşadıkları entelektüel serüvende anti-Sovyetizmin izlerinin çok belirgin olduğu öne sürülür… Bu olgu da, bir bakıma aynı blokun reenkarnasyonu sayılır. Neo-liberal yükselişin bütün dünyaya demokratikleşme diye yutturulmasında “totaliter rejimlere karşı mücadele bayrağı açan” bu sol damarın önemli rolü vardır.

Türkiye’den de örnek var aslında. 2010 referandumunun “Yetmez ama evetçileri”nin kandırıldıkları yolunda bir kanaat var bizde. Oysa daha fazlasıdır. Bu akım yalnızca romantik entelektüelleri değil, Sorosçu zenginleri, bir sol partinin eski yöneticilerini, sol sayılan en büyük yayınevlerini, muhalif kanaat önderlerini barındırabilmiştir. Birtakım yeni-solcu aydınlar ana akım medyaya resmen yerleşmişlerdi. Küçük bir Troçkist partinin AKP ile doğrudan ilişkiye girdiği tescillenmişti. Aynı akım daha Hrant Dink cinayetinin, AKP’nin polis ve istihbaratı emanet ettiği Cemaat eliyle değil de, “Ergenekoncular” tarafından işlendiği kanaatini yaymak için canhıraş bir çaba içinde olmuşlardı…

Ancak bunu daha fazla deşmeyeceğim. Eski Troçkist neo-conlar ve Polonyalı kardeşlerinin tarihsel başarılarının yanında isimlerini anıp bizimkileri durduk yerde havaya sokmayalım…

*             *             *

Başka yerlerde sağcılarla birleşen ve işbirlikçiliğin ötesinde emperyalist karargâhta görev alan Troçkistler olabiliyor. Bu bilgi sıradanlaşmış durumda.

Ancak bu çirkinliğin Sovyetler Birliği’nde başladığını söylediğinizde, çok kaba bulunursunuz, karalama yapan pis Stalincisi ilan edilirsiniz. O günden sonra defalarca “totaliter rejim” yıkarak doğuran tenceremiz ölmüş olamaz!

Stalin’in en yakın çalışma grubundan Kirov profesyonel bir suikastla öldürülse ve katil komplo örgütünü itiraf etse de, mahkemede mahkum olan eski Bolşevikler Trotskiy, Almanya ve Japonya bağlantılarını ortaya dökseler ve suçlarını kabul etseler de, kimse inanmaz. Böyle bir şey olmuş olamaz. Hepsi Stalinistlerin yalanıdır!

Şimdi kalkıp “Stalin’in de hataları olmuş ama” diye eklemenin yeri değildir. İhaneti hatayla karşılaştıramazsınız, temize çıkartamazsınız.

*             *             *

Ekim Devriminin yüzüncü yıldönümünde çok konuşulması sonuç olarak iyidir. Çünkü bütün anti-Sovyet, anti-komünist yorumcular bir araya gelse, reel sosyalizmin başarı öyküsünün üstünü örtmeye güçleri yetmez. Çünkü kapitalizm yolun sonunda, insanlık devrime muhtaç, sosyalizm yeniden umut kaynağı haline gelecek.

Bizse, ne eskiden SBKP gereken yanıtı vermekten geri durdu diye, ne de şimdi karalamalardan bir sonuç nasılsa çıkmaz diye susacak değiliz. Ekim Devrimine ve reel sosyalizme sahip çıkıyoruz; doğrusu da bizim yanlışı da. Utanacak bir şeyimiz yok.

Tencere ne doğurur, ne ölür. Ama fırsatçıların maskesini düşürmek için işe yarar.