Dava divana kalmıyorsa…

Erdoğan, Gökçek, Amerikalılar, Almanlar, Fethullahçılar… Dava dediğimizin ucu bucağı yok ki!

Sarraf mahkemesinden kim hakkında ne çıkacak? Gökçek’in elindeki dosyalar ne? Kim cesaretini nereden alıyor?

Bu tartışmaların somut kısımları elbette önemli ve çok ilgi çekici. Ama bu somutluklar bir sonuç vermiyor, giderek dedikoduya dönüyor, didişmeler birike yığıla sürüyorsa bu çözümsüzlüğün ayrıca analiz edilmesi gerekir.

Bana sorarsanız, yaşadığımız on beş yıllık bir sürecin düğümlenmesidir.

*    *    *

Karşı-devrim koalisyonunun icra gücü elbette partiydi, hükümetti. Ancak AKP’nin arkasında karmaşık bir ittifak sistemi vardı.

Ön plandakilerin “cahil imamlar ve sapıklar” biçiminde karikatürize edilmesi geride kalan on beş yılda çoğunlukla mümkün olabilmiştir. Bu resimden hareketle, biz, 1923 Cumhuriyetinin seksen yıl boyunca, en sonunda böyle bir güruh tarafından alaşağı edilecek denli kemirildiğini saptadık. Doğruydu. Karşı-devrimin kökleri imam hatiplerin açılması ve köy enstitülerinin kapatılmasından NATO üyeliğine uzanıyordu. Bu süreç, kamucu-halkçı her unsurun kapitalistlere yağmalattırılmasından sola karşı güvencenin tarikatlarda aranmasına kadar gidiyordu. Emekçi ve yurttaş hakkı kavramlarının tasfiyesinden yoksulluğu kader saydırmaya, en kolay yöntem dinden devşirilebiliyordu… Böyle böyle aşındırılan moderniteye ağızlarından salya akan birileri son darbeyi vurdu. İşin özü bu. Modern cumhuriyetten padişahlık karikatürüne geçişte karşı-devrimci bir kopuş yaşandı. Bu kopuşu tamamlayan egemen kapitalist sistemdir. Sömürü düzeninin sürdürülmesi ve tahkim edilmesi güdüsü bir karşı-devrime ihtiyaç duyuyordu. İki dönemi birleştiren ortak payda sermaye düzeninin çıkarıdır.

*    *    *

Ama değişim anı geldiğinde, vurulacak darbenin sonuç alıcı olmasını sağlayan ittifak hakikaten güçlüydü ve orada cahil imamlar hiç de yalnız bırakılmadılar.

ABD ve AB emperyalizmi karşı-devrimi tam olarak desteklemiştir. Ortadoğu politikalarında Ankara’nın tava gelme sürecini, yeri göğü saran AB dalgasını hatırlayın.

Büyük sermaye, daha orta boy katmanları da kapsayarak blok sınıf tavrı geliştirmiştir. AKP yıllarının bütünü, bütün gerilimlerine karşılık bir sermaye cennetidir.

Modern devletin egemenlik mekanizmaları, yani belli başlı kurumlar şeriatçıların eline tamamen geçmeden önce kendi içlerinde kayda değer dinci çekirdeklere sahipti ve üstelik mekanizmanın tamamı da bu dinci öbeklerin ağırlığının artmasını benimsemişlerdi. CHP’nin ve MHP’nin, AKP’nin önünü açan kritik hamleleri, yöneticilerin aymazlığından kaynaklanmamış, bu yaklaşımla tutarlı stratejik tercihler olmuştur. TSK’nın, Emniyet teşkilatının, istihbarat örgütlerinin, yargı kurumunun, akademinin dönüşümünde de benzeri bütünlüklü bir “karar” vardır.

Dinci ideoloji açık bir harekât yürüterek egemen duruma geçemezdi. Orada liberaller dinciliği kolaylaştıran, çok kritik anlarda gericilikten yana ağırlığı değiştiren roller üstlendiler. Bu liberaller Soros’tan Alman vakıflarına, ülkenin en büyük holding ailelerine, bütün siyasal akımlara, Kürt hareketine, Alevi kurumlarına uzanan bir ağın içine serpilmişlerdi.

Gülen örgütü arkaik bir tarikat olmanın ötesinde bir olguydu. Bu yapının özelliği yukarıda sayılan bütün cephelere yayılmış olmasıdır. Okullar uluslararası emperyalist kampanyanın aracıydı. Orta boy ve yeni gelişen sermaye grupları, örgütleri Gülencilere emanet edildi. Devletin tekel kurumlarına Gülenciler “sızmadı”; kapılar bunlara en uygun biçimde açıldı veya kritik unsurlar tarikata devşirildi. Diğer tarikatlar bu yapının önderliğinde cepheleştiler. Karşı-devrimin kadroları bu okuldan yetiştirildi.

Özetle iş aslında hiç de cahil imamlar sürüsüne bırakılmamıştı. Geniş cephenin her düzleminde karmaşık bir içiçelik inşa edildi.

*    *    *

Bu olgu yan yana gelen öznelerin ayırt edilebildikleri klasik cephe veya ittifaklardan farklıdır. Bozulduğunda bileşenleri ayrı taraflar olarak ayrışamamaktadır.

Kabaca ve indirgeyerek denebilir ki, kim Tayyipçi kim Fethullahçı, tasnif edilemez.

Ama dahası da var ki, kim Amerikancı, kim Almancı, kim Tüsiad’cı, kim tarikatçı, kim liberal… bunları da ayıramıyorsunuz.

Bu işlevsel bir bulamaçtı ve yapı bozumu başladığı gün ortaya telafi edilemez boşluklar çıkmaya başladı.

Erdoğan’ın çevresindeki kadrolar boşluk kapatmayı beceremiyorlar. Tersine boşluk bunlarda somutlanıyor. Bu sorun MHP’yle falan aşılamaz.

Bir açıdan 17-25 Aralık’tan, bir diğer açıdan 15 Temmuz’dan beri süren hesaplaşmanın mantıksal bir sonucu da yoktur. Son noktasına kadar gidecek bir tasfiye tanımlanamaz. Böyle bir son nokta yok.

Erdoğan Fethullahçılara bulaşmış olanları ayırıp iplerini çekemez. Aynı biçimde kenara itilmek istenen belediye başkanları, daha önce kenara itilmiş olan yöneticilerle birleşip ayrı bir saf oluşturamazlar. Koç’tur, Sabancı’dır; kendilerini bu çatışmada taraf haline getiremezler ve yine kendilerini aklayamazlar. Bu içinden çıkılmaz durum muhalefet öbekleri için de geçerli. İçerideki bazı “aydınlar” için, ancak sözünü ettiğimiz bulamacın kirine ve emperyalist odakların çamuruna bellerine kadar mı boğazlarına kadar mı battıkları tartışılabilir. ABD yargısı bilumum AKP yöneticisini perişan edebilir, ama Erdoğancıların Batı devletleri hakkında söyledikleri neredeyse her şey doğrudur.

Davanın kalacağı bir divan yok. Karşı-devrim divanı da yok etti.

Ortada bir düğümlenme var.

Bu düğümü kesecek kılıcı işçi sınıfı ve sosyalizm dışında taşıyabilecek kimse de yok.