Cumhurbaşkanlığını nasıl tartışacağız?

Ne tuhaf? Sanki normal bir ülkedeyiz 2011 seçimlerinde bütün muhalifler “bu işte bir bit yeniği var” dememiş. Sanki 30 Mart Cumhuriyet tarihinin en şaibeli seçimi olarak kayda geçmemiş... Normal bir ülkedeyiz ve Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmasının birinci raundu “kim olsun” diye açılıyor.
Bu raundda bir köşeye Erdoğan’ın yerleşeceğinde mutabakat oluşması ve ikinci seçeneğin üstünde duruluyor olması, maça yenik başlamaktır, ama kimse farkında değil. Bir taraf belli, yani işin yarısı çözülmüş. Ne yapacağı bilinmeyen, solun da içinde yer aldığı, “diğer taraf.”
Aslında kalemizde başka goller var. Örneğin AKP iktidarda ve seçimin bu iktidar altında yapılacağı kabulleniliyor. İktidar “normal” bir hükümetmiş gibi! Oysa cihad adına her şeyi caiz gören bir takımdan söz ediyoruz... Cumhurbaşkanlığı seçimi gündemi açılırken, eşzamanlı olarak parlamento seçiminin de değiştirilmesi masaya getiriliyor. Yani AKP sadece Ağustos 2014’ü değil 2015 yazını da kendi iktidarı altında planladığını ilan ediyor. Kendi kendine gelin güvey olma hali. Ama aynı zamanda muazzam bir psikolojik ve politik basınç bu.
Bunu kabullenmek saçma ve ayıp çünkü memlekette asgari 10 milyon kişinin sokaklarda haykırdığı “hükümet istifa” sloganı geçerliliğini koruyor. 1 Mayıs’ta da aynı slogan onlarca, belki yüzlerce kentte, kasabada yankılanacak. Bu yokmuş ve normal bir ülkede yaşıyormuşuz gibi davranmayı nasıl kabul edebiliriz?
TBMM’nin üç muhalefet partisinin de merkezleriyle tabanları arasında bu kuruma meşruiyet atfedip atfetmemek başlığında mesafe açık. İki buçuk yıl hakları gaspedilen birkaç vekil hapisten çıktı diye, cemaat gibi bir başka günah keçisi ilan edildi diye, örnek olsun Roboski’nin veya Reyhanlı’nın unutulmasını kimse beklemesin...
Meşruiyeti tartışmalı Meclisin bir grup üyesi aday belirleme tekeline sahip olacak, sonra da “halk seçti” diyeceğiz, öyle mi! Yok artık!
Normal bir ülkede yaşamıyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimini bu veriyle tartışmalıyız. Tam da soL’un daha önce yaptığı gibi.
Size bu köşeyi benden önce yazan Kemal Okuyan’ın ta 27 Haziran 2013’te yayınlanan makalesinden birkaç pasaj hatırlatayım mı?
Kemal o yazıda hükümet partisinin nasıl hile yaptığını anlatmıştı: “Seçmen kayıtlarıyla oynanarak ve mükerrer oy kullandırtılarak mesela.” Ne oldu? Mart’a yetiştiremedik, ya şimdi? Önümüzde zaman var. Kayıtların denetlenmesi için sistem kurulmalı, ayağa kalkmalı.
Kemal yazmıştı: “Ortalama her sandığa yalnızca beş kişi ekleyin, örgütsüz bir halk bunu asla ve asla fark edemez! Ama söz konusu olan, 1 milyon oydur...” Olmadı diyebilir misiniz!
“İkametgah değişiklikleri, bazı adreslere ‘sanal’ kişilerin taşınması.” Yalan mı! Peki yapacak bir şey yok mu? Neden olmasın? Bütün muhtarlar, bütün nüfus müdürlükleri işgal altında değil ki!
“Her sandıkta yalnızca bir kişinin, AKP’ye oy vermeyeceği kesin olan bir kişinin, oy kullanma hakkı elinden alınsa, bu en az 200 binlik bir fark demektir.” Valla yapacak bir şey yok mu diyorsunuz?
“Polisler saptanan örneklerde 2 değil, 3, 4, 5 kez oy kullanabilmişlerdir!” Eee, kolları bağlayıp oturacak mıyız, yoksa parmak boyasını mı dayatacağız?
Daha neler neler... Örneğin muhalif müşahitlerin çoğunluğunun “bu sandıkta nasılsa kazandık” diye boş vermesi. Veya çoğunlukla olduğu gibi “nasılsa kaybettik” diye evine, TV başına kaçması... Kader mi bu?
Sonra, Yalova modeli eklendi. Hükümet partisi kendi adamlarına iptal edileceği açık oy kullandırtıyor. Baktı kazanamamış kendi sahteciliğine itiraz edip seçimi tekrarlatıyor!
Bir de Ağrı modeli var. Kazanana kadar yeniden saydırmak!
Derim ki, işe buradan başlayalım... Yok önce adayın kim olacağını tartışalım diyen varsa, şimdiden anlaşalım. Sonra Erdoğan’ın karşısında adı telaffuz edilenlere bakıp kızmaca, darılmaca olmasın. Gül’ü mü istersin, Haşim Kılıç’ı mı? Seç beğen!