Çocuklarımız boşuna ölmedi

Bir yıl önce Boğaziçi köprüsünü Anadolu yakasından Avrupa’ya doğru geçiyorduk. Taksim’e bağlanan yollar on binlerce insan tarafından doldurulmuştu. Şarkı söylüyor, gericiliğe öfkemizi haykırıyorduk. Öfkemizi haykırışımıza, eşanlı olarak ve protesto eylemlerinin daha önce tanışmadığı bir biçimde birlikte eğlenme kültürünü katıyorduk. “İnsan” bütün heybetiyle ve derinliğiyle yükseliyordu. Gençlerin mücadelede görünür olmalarına alışkın bir toplumduk zaten. Ama kadınların da böyle olabildiklerine pek tanık olmamıştık. Siyasetle daha önceleri ilgilenmemiştik çoğumuz. Ama sloganımız hükümet istifa idi. Sadece AKP’nin fethedemediği bilinen semtler, örneğin Beşiktaş, Sarıgazi, Kadıköy, Gazi değildi söz konusu olan. Kayseri de ayaktaydı ve gericiliğe oy deposu olarak hizmet sunan kitleler, birkaç saat önce kendilerini iktidarda hissederken şimdi meşruiyetten yoksun kalmanın şaşkınlığı, belki utancı içindeydiler...

Bütün itibarsızlaştırma, önemsizleştirme çabalarına rağmen bu tablo ayakta. Her boyutuyla ve şiddetiyle değil elbette. O kadar büyük ve yaygın bir kalabalığı, şu bir yıl içinde belki yalnızca Haziran’ın küçük çiçeğini, Berkin’i uğurlarken yeniden gördük bir arada. Ama biliyoruz ki, o tablo canlı.

Bu yazının yazıldığı sıralarda İstanbul’da 1 Mayıs gününe benzer bir sıkıyönetim havası egemen. Bu havanın bundan bir yıl öncekine benzer görüntüleri, daha ortaya çıkamadan engellemesi mümkündür. Tersi de olabilir. Ama diyelim ki devlet terörü galebe çaldı... Ne fayda, ne gam! Haziran ayaktadır. Bunu biliyoruz.

Çünkü Haziran sanıldığından çok daha karmaşık, toplumun dokularına nüfuz etmiş bir olgu.

Haziran geçen yazki mezuniyet törenleridir. Mezunlarımız memlekete yayılmış, bir kısmı işsiz, bir kısmı atölyesinde, fabrikasında, avukatlık bürosunda,
call servis başında, kepleri havaya atılmaya hâlâ hazır, pankartları her an yazılmayı bekliyor.

Çünkü Haziran kulakları sağır eden tencere tava sesleridir ve yaşını başını çoktan almış analar, teyzeler, babalar, amcalar mutfağın önünden geçerken gözlerini çevirip bakmaktadırlar mutfak aletlerine.

Çünkü Haziran dün Abdullah Gül’e ta Atlantik Okyanusunun öte tarafında sorulan sorudur: “Başında olduğunuz Türkiye Cumhuriyeti devletini 8 vatandaşını öldürdüğü, 90 insanımıza kafa travması yaşattığı, 9 insanın gözünü yitirdiği, binlerce insanı gaza boğduğu için protesto ettik.

Fakat Türkiye’de şiddet devam ediyor. Günde 3 kadın öldürülüyor. 4 işçi iş kazalarında katlediliyor. Roboski katliamında sizin başında olduğunuz ordu 34 kişi öldürdü. 17’si çocuktu. Siz Ankara’da yaşıyorsunuz. Kızılay’da Ethem Sarısülük başından kurşunla vuruldu. Katili dışarıda. Siz böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz? Nasıl bize burada demokrasi yalanları söylüyorsunuz? Geceleri nasıl uyuyorsunuz?” Yani Haziran “devlet büyüklerinin” insan katına falan değil, gerekiyorsa yerin yedi kat dibine indirilmesidir.

Çünkü Haziran Soma’da madenin derinliğinde nefes alamayan işçinin acısını Kadıköy’de günlük güneşlik bir parkta hissedebilmektir. Batman’ın bir köyünde töre cinayeti diye katledilen bir genç kadın için İzmir’in Karşıyaka’sında oturup hüngür hüngür ağlamaktır. Yani Haziran insanın doğası gereği bencil değil, dayanışmacı olmasıdır.

Birkaç yıl önce parçası olduğum bir toplantının başlığı “Hiç boyun eğer mi insan?” diye konmuştu. Haziran bu soruya verilmiş apaçık bir yanıttır ve bir yıl boyunca doğrudan siyasi iktidar tarafından yapılan her tür girişim, bu yanıtı gölgeleyememiştir.

Bu Türkiye’nin kazanımıdır. Haziran askerlik hatırası olmayacağını kanıtlamıştır.

Bu son cümlenin öznesi “Haziran.”. Yani cümlenin öznesi yok.

Yeni cümlelerin yazılabilmesi için, kazanımların üstünde yeni bir yaşamın yükselebilmesi için tek bir yol var: Özneye, örgütlenmeye ihtiyacımız var.

Haziran direnişi yaşıyor. Ama Haziran direnişinin sıfırıncı anı ile bir yılıncı anı arasında bu açının kapatıldığını söyleyemiyoruz.

Direnişimizi kutluyoruz. Bu açıyı kapatmaya söz veriyoruz.

Laf olsun diye değil! Çocuklarımız boşuna ölmediler diyebilmek için...