Çanakkale’nin yükü

Bir kent bu kadar yükü kaldırır mı?

Geçmişi mitolojik zamanlara giden Çanakkale, üzerine binen veya içinden türetilen anlamları taşıyamıyordu ki zaten…

O kadar ki, insanların keyif alarak yaşadıkları, iki denizi, iki Kıtayı içlerine çektikleri “cennetten bir köşe” sayılmayı çoktan hak eden Çanakkale, uzun zaman bir yerleşim merkezi değil, askeri mevzi, “müstahkem mevki” olarak kalmış. Truva savaşlarından değil bu terk edilmişlik hali; insan, kanı ve acıyı temizleyecek çok şey icat etmiş, icat etmek zorunda kalmış.

Bana sorarsanız, mekanlar da üstlerine bindirilen yükün altında kalabiliyorlar.

Tarihin derinliklerini boş verelim ve yakın zamanla yetinelim.

Britanya’nın emperyal kibrinin askeri temsilcileri Boğaz’ı ellerini kollarını sallayarak geçeceklerini zannettiler. Kendince iyi bir denge tutturmuştu oysa kent. Ticaret yolu olmanın avantajı, Yahudi ve Türkleri, Rum ve Levantenleri, Girit ve Balkan göçmenlerini, Romanları ve Türkmenleri ve daha başkalarını massetme gücü veriyordu. Ulus olmanın keşfedildiği ve üstüne üstlük dünyanın yeniden paylaşılması için silahların çekildiği bir çağda bile, galiba Çanakkale, bugünlerde olduğu gibi “bize bir şey olmaz”cılığı becermiş...

Her geçenin yüklediği anlamların ağırlığıyla baş etmek için Çanakkaleliler icat etmiş olabilirler mi acaba “bize bir şey olmaz” lafını!

Arada kendisine bakanları da inandırmış buna sanki. Bizans “bana bir tane Boğaz yeter” mi demiş, yoksa “oradan bir şey olmaz” mı; bilemiyorum. Osmanlı’nın Orhan’ı geçip gitmekle yetinmiş. Cumhuriyet bile geldiğinde hakkında çok laf etmiş ama, yol açmayı akıl etmemiş.

Çanakkale üniversiteye kavuşana kadar küçülüyor ve yaşlanıyordu. Sanmayın ki, üniversiteyi de hayrına getirdiler bu şehre. Ama ister para için ve parayla satın almak için, ister bir türlü ayakları üstüne dikemedikleri gericiliği ihya etmek için olsun, burası tarihinde ilk kez bir öğrenci şehri haline geldi.

Yine kıt kanaat, yine gericiyi asimile ederek ve hep sırtındaki yükün altında ezilerek…

Nereye mi varacağım?

Bizim topraklarda bütün akımlar, bütün dönemler Çanakkale’de kendilerine kurucu öykü yazar. Osmanlı sömürgeciyi püskürttükten sonra son bir solunum cihazını burada aradı. Cumhuriyet ihtiyaç duyduğu -ve aslında sahip de olduğu- Kahramanın öyküsünü Anafartalar’dan hareketle yazdı. Ondan önce İslamcılık Mehmet Akif’in destanıyla feyz almayı denemişti. Devasa anıtlar dikmeye meraklı milliyetçi hamaset elbette Çanakkale’ye gözünü dikecekti. Neo-liberaller, dünyanın emperyalist paylaşımından söz edilmesinden hoşlanmıyorlardı ya, Çanakkale hafızasını değiştirmeliydiler. O ara zaten kimlikten yana hep zengin olan kent neredeyse sivil toplumculuğun üssü olacaktı. Türkiye İslamcılığa demir mi atacaktı; evliyalar o demiri ilk Çanakkale Savaşında taşımış olmalıydılar. Gökler açılıp kapanmış, düşman ordularını İslam silmiş olmalıydı…

Çanakkale’ye bindirilen en ağır yük bu sonuncusudur. 1915 insan bedeninin kendisinin en belirleyici silah olarak kullanıldığı bir acımasızlık örneğidir. Yıllardır tarikat belediyelerinin otobüslere doldurup taşıdıkları insanlara, insan faktörünü yok sayan ve küçülten hurafeler anlatılması korkunç. Bugün, Kılıçdaroğlu’nun ziyaret ettiği mekanlar dahil olmak üzere Gelibolu yarımadasının burnu, mikadan mezar taşlarıyla, uydurulmuş şehit isimleriyle, aptalca dinsel hikayelerle, Çin işi hediyelik barakalarıyla, bunların içine doldurulduğu yalan müzeleriyle işgal edilmiş bulunuyor. Günebakanları naylon poşetler boğdu bile.

Çanakkale’yi herkes simge haline getirirken ve Çanakkale hepsinin gelip geçici olduğunu bilmenin vakarıyla değil de vurdumduymazlığıyla yola devam ederken, hayatın bir mücadele olduğunu hatırlamakta yarar var.

AKP’nin başından aşağı boca ettiği dinsel çöpe Çanakkaleli “bu da gelir geçer” diye bakabilir. Haklıdır elbette ve devran dönecek, biriken pislik Boğaz rüzgarında, Saros’un sıcağında yok olacak. İşgal ordusunun bir sabah vakti sessiz sedasız Ege’ye çekilmesi gibi olmayacak, ama bu kez. Madem ki burası herkes için simgedir, o zaman doğrusu mücadele etmektir.

Çanakkale Boğazına köprü, 1915’te ölenlerin sayısını çoktan katlamış olan karayolu soygununun yeni halkasıdır. Daha geçenlerde açılışta Başbakanın sarf ettiği “Çanakkale geçilir” lafı da, piyasa ile dinin buluştuğu yerde patlaması kaçınılmaz olan kanalizasyonu temsil etsin!

Artık Türkiye’de üniversite efsane uyduran yobaz salaklıktır. Geleceksiz, kafelerde ve inşaatlarda çalışmak zorunda kalmış bir öğrenci nüfusu ne modernleşme, ne gençliğin kendinde güzelliği anlamına gelir. Üniversite cehennem kapitalizminin simgesidir. Buna nasıl “geçer geçer” rehavetiyle bakılır?

Arada Çanakkale’nin zaten az sayıdaki fabrikası maziye gömülmüş, yerine beş yıldızlı oteller ve AVM’ler almış bulunuyor. Bunlar ilerleme değil, sermayenin saldırısıdır. Fabrikada ve tarlada üretmenin keyfiyle kordon boyunu doldurmalıdır insanlar gelecekte.

Bugünlerde Çanakkale’de olanın bir yüzüne yine halkımızın adalet arayışı yansıyor olabilir. Ama diğer yüzünde ülkücü katillerin bir mağdur olarak aklanması , “gerçek İslam” güzellemeleri, adaletsizliğin özünün yani insanın insanı sömürmesinin örtülmesi, AKP’nin yol inşaatlarının, müzelerinin, anıtlarının, şehitliklerinin ortak değer zannedilmesi var. Buradan adalet çıkmaz ama Çanakkalelinin tutkun olduğu kadehine gölge düştü bile.

Herkes Çanakkale’de kendi kurucu öyküsünü yazar. Türkiye’nin rehavet öyküsüne, bakıp da görmeyenlerin ve görüp de takmayanların öykülerine ihtiyacı yok. Çanakkale artık bir de bunu kaldırmaz.

Peki Türkiye, gericiliğe, sömürüye, emperyalizme karşı mücadele etmemeyi, bunlarla uzlaşma aramayı, bir şey olmazcılığı daha fazla taşıyabilir mi?