Böyle Gelir Tayyip'in Çözümü

Seçim gecesi helalleşmesi bu kadarmış ve seçim taahhütleri kadar yalanmış. Ancak burjuva siyasetinde gerçeğin ve yalnızca gerçeğin dile getirilmesi nasıl asla mümkün değilse, her şeyin yalan olduğunu söylediğimizde de iş bitmez.

Zira bir yandan görülmemiş keyfi uygulamalarla milletvekillikleri gasp edilirken, AKP'nin muhaliflerini provoke edip meclisi kilitlemek gibi bir amaç güttüğüne inanmak için de bir neden bulunmuyor. Hükümet partisi yüzde elliyi bulmuşken yeni Anayasa hedefinde kuşkusuz samimi olacaktır. Bu seçimin belki de en hızlı sonucu yeni Osmanlıcılığın Suriye'yi terbiye ve tehdit etmek için kendini yeterince donanımlı hissetmesi olmuştur ve kendi sistemi çalışmayan bir Türkiye herhangi bir tehdidini hayata geçiremeyecektir. İkinci Cumhuriyet'in Halk Partisi'nin bunlardan ne birini ne ötekini sabote edemeyeceği, tecrübeyle ve Kılıçdaroğlu'nun beyanlarıyla sabit olduğuna göre AKP'nin bu muhalefeti istemediğini düşünmek için de neden kalmaz.

Kürt sorununda ise Özal'lı yıllardan beri belli bir akımın tetikçisi olarak rol üstlenen iki medyatörün, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal'in attıkları adımlar yeterince temsil gücüne sahiptir. Çandar'ın TESEV raporu da, Cemal'in Kandil röportajları da Kürt ulusal siyasetinin meclisin dışına iteklenmesinin değil, bu hareketin önerisi olan “demokratik özerklik” programının masaya geleceğinin işaretini vermiyorlar mı? Kimse bu isimlerin Türkiye iç savaş veya çatışmaların şiddetlenmesi gibi karanlık bir evreye giderken gözüpek biçimde kendi özgür düşüncelerinin peşinden gittiğine inanmasın! Çandar ve Cemal, AKP önderliğindeki düzenlemelerin memurlarıdır. Memur derken aklınıza kamu emekçileri gelmesin, bu sakil sözcüğün içindeki emir kökü gelsin...

O halde ne oluyor? AKP'nin yargı kolu üstünden yürüttüğü iç politikadaki sertlik çizgisi ile Anayasa başlığından Kürt sorununa uzanan ve belirgin bir yumuşamayı gerektiren yeni rejim inşa misyonu nasıl bağdaştırılabilir? Sertlik, daha ilk adımda, meclisin çalışmasının imkansız hale gelmesiyle inşa misyonunu engellemeyecek midir?

Yeri gelmişken seçimi aralık bırakmadan izleyen bu konjonktürün MHP'yi daha da kişiliksizleştirdiği saptanabilir. CHP'nin, “bütün vekiller yemin etsin” türünden söz oyunlarıyla, Oktay Ekşi'nin bir günlük başkanlık rüyasından vazgeçilmemesiyle ve son dakika toplantılarıyla dışa vurduğu tereddüt halinin herhangi bir radikal tonlamayla üstünün örtülmesi mümkün değildir. CHP'yi bu eyleme sürükleyen BDP olmuştur. BDP'nin bu ölçüde kararlı durduğu bir momentte CHP'nin muhalefet misyonu açısından küme düşmekten kaçamayacağı açıktı. CHP bir mecburi boykotçudur. BDP ise sürecin bu noktaya kadarki yönetiminde kuşkusuz başarılıdır. Meclis daha açılmadan yeni dönem siyasetin ekseninin AKP ile BDP'nin arasına yerleşeceği görülmüştür.

Dolayısıyla kimsenin aksini söyleyip köprüleri atmadığı bu gergin günlerin, yakın dönemin siyasal gündemi açısından anlamlandırılması gerektiğini söylemiş oluyorum. AKP yarın öbür günki pazarlıklara muhataplarını baskılayarak girmek istiyor. Seçim sürecinin başında Kürt adaylarının yasaklanmaya kalkışılması ve askeri operasyonlara hız verilmesi, CHP'nin Hopa üstünden vurulması, seçim sonrasında da vekilliklerin engellenmesi, kendi başlarına çözümlenecek olgular değil, yeni Anayasa, demokratik özerklik, Öcalan'ın statüsü gibi gündem maddelerini baştan baskılamaya dönük bir stratejinin unsurlarıdır.

Demek ki AKP bu süreci çantada keklik olarak görmemektedir. Demek ki AKP yüzde elli seçmen, daha da yüksek burjuvazi ve en azından bir o kadar Beyaz Saray desteğine rağmen “bu işin olması için sopayı eksik etmemek gerek” diye hissetmektedir...

Ve demek oluyor ki, esas karakteri demokrasi, insan hakları, şu, bu sanılan veya öyle olduğu iddia edilen Tayyip çözümü, polis şiddeti, hukuksuzluk, hakaret olmaksızın adım atamıyormuş. Demek ki çağımızda demokratikleşme ile faşizmin yükselişi iç içe geçebiliyormuş. Demek ki, kurucu meclise gidiyoruz diye buldumcuk olmak boş işmiş.