Alt tarafı…

Alt tarafı yerel seçim midir, yoksa 31 Mart bir beka meselesi midir?

Tayyip Erdoğan’ın “zafer mahkumiyeti” mekanizmasını daha önce çok yazdık, konuştuk. Yaptıkları bir karşı-devrimdi ve bu şiddette dönüşümlerde özne ayağını gazdan çekemez. Arkasında biriken çamur ve pislik yığınının fren halinde tepesinden aşağı boşanması kaçınılmazdır çünkü. Bu şiddetteki gerici dönüşümlerde daha dengeli, sakin, gerilimsiz bir ortama geçilemez kolay kolay. 

Çoğu zaman aslında gerginlikten çok yorulan liderler de, onların takipçileri de, muhalifleri de bir yumuşama arzu ediyor olabilirler. Toplumda normalleşme beklentisi yükselmiştir ve bu da bir basınç oluşturur. Ancak sonuç sübjektif tercihlerin, saplantıların, hataların konusu değildir. Bir toplumsal hareket yasasıdır. Yapamazlar; karşı-devrimciler zafere mahkumdurlar. Veya, süpürülürler.

AKP yenilgiye uğrarsa demiyorum, kontrolsüz biçimde hız keserse bile, yalnızca fareler değil, paranın sultanları gemiyi terk eder. Çektirilen acıların hiç olmazsa bir parçasının hesabı verilmek zorunda olunacaktır ki, hayat devam edebilsin… Oysa AKP’nin biriken hesabının bir parçası yetmez Türkiye toplumuna. Neredeyse bir divan kurulması gerekecektir. 

Bunu Türkiye kapitalizmi istemiyor. Onun parçası olan düzen muhalefeti de istemiyor. 

Dolayısıyla Erdoğan için ağırlıklı olarak beka meselesi olan 31 Mart, düzen içi muhalefet açısından “alt tarafı yerel seçim.” Düzen partileri büyük bir hesaplaşmayı sınıf karakterleri nedeniyle istemiyorlar. 

O zaman ortaya “kazanmanın ve kaybetmenin oportünizmi” çıkıyor. Örneğin Ankara’yı Mansur Yavaş hakikaten kazanırsa, muhalefet bunun “hesap zamanının” açılması anlamına gelmeyeceğini göstermek için el etek öpecektir. Kazanan niye el etek öpsün demeyin; kesinlikle öyle olacaktır. 

Kazanmanın ve kaybetmenin oportünizmi sayesinde AKP’nin İzmir adayının esnaf meyhanesinde bir öğlen rakısı içmesi gündeme gelebilir pekâlâ. Muhalefet adayları arasında bu tabloyu tepeden tırnağa değiştirmekten söz eden kimse gördünüz mü? Ulaşımı ucuzlatma vaadinin ötesine geçen var mı mesela?

İktidar beka için mücadele edecek, ama başarılı olamazsa “alt tarafı…” diyebilmek için köprüleri saklı tutacak. 

Muhalefet alt tarafı diye diye kazanırsa, iktidarı ürkütmemek için “kazanmadım farz et” demeye kadar gidecek. (Ne var ki, canını sıkarsam kayyum atayıverirsin!)

Geriye bir de Abdullah Gül’ün 1 Nisan’a kurduğu saat fantezisi kalıyor. Ne hoş, AKP kazanırsa, Erdoğan’ın daha da zincirlerinden boşanmasına karşı frenleyici olarak Gül. AKP kaybederse de, on yılların mağdurlarının hesap sorma güdüsünü frenlemek üzere yine Gül! Gericilik bir adım geri atmadan ve ilericilik bir adım ileri yürümeden ülkeyi normalleştirmenin formülüdür bu. 

Abdullah Bey miadını çoktan doldurmuş olabilir; onu ben bilmem Washington bilir, Boğazın yalılarında konuşulur, Berlin’den fikir alınır… Ama zaten önemli olan isimler midir, içerik midir? Türkiye’de düzeni birleştiren şey isimler değil, normalizasyon programıdır. İlke AKP’li yılların kapitalizme kazandırdıklarını riske etmemek. Tayyip Erdoğan bu ilkeyi en iyi hayata geçirecek olan kişiyse seçimi AKP kazanır. Tayyip Erdoğan kendisini riske edilmeyecek kazanımların ayrılmaz parçası olarak sunmayı başaramazsa kazanamaz. Aynı mekanizma diğerleri için de geçerli. Ama herkes görüyor ki, kazanımları korumak veya kendisini vazgeçilmez hale getirmek için Erdoğan kadar şanslı başka bir figür bulunmuyor. 

Hep düzenin içinden söz ettik. Bir de dışarısı var. Seçime düzenin dışından yaklaşanlar için konu işçi katliamlarıdır. Konu kadın cinayetleridir. Konu tarihte görülmemiş boyutlara yükselen adaletsizliklerdir. Konu yoksulluktur, işsizliktir. 

Düzen için bütün bunlar normal veya fıtrat; olmadı, düzeltilebilir aksaklıklar. 

Düzen dışından bakıldığında bunlar sökülüp atılması gereken, sökülüp atılabilecek anormallikler. Bu konuda halkın görüşünün sorulduğu her moment bizim için çok önemlidir. Düzeni değiştirmek için güç biriktirmektir önemli olan.