Adını koyalım

Üstünden bir yıl geçtiğine göre adını koymanın zamanı da çoktan gelip geçmiş olmalıdır. Konumuz 15 Temmuz’dur…

Darbe girişimi hakkındaki rivayetlerin ancak siyasal analiz konusu olanlarıyla ilgilenebiliyorum. Bu bir eksiklik falan sayılmasın. Genellikle zannedilir ki, bir olayın aslı en saf biçimde “ne olup ne bittiği”dir. Oysa toplumsal süreçlerde böyle bir “öz” yoktur. Doğa bilimleri başka bir yöntemle iş görebilir. Ama biz toplumdan, siyasetten söz ederken en dokunulmamış, en hakiki öz arayışına girersek, kendimizi “Abi, nedir bu işin aslı? Sen bilirsin” diye sorarken buluruz. Beriki karşımızda yerini almıştır zaten; “hocam bildiğin gibi değil, bak ben anlatayım sana…”

Araştırmacı gazeteciliğe ve istihbarat bilgilerine güvensizlik telkin etmeye çalışmıyorum. O mesleklerin de uzmanları olur ve çok değerli ürünler çıkarabilirler. Ama demek istiyorum ki, doğru düzgün, yani devrimci ve sınıf esaslı bir perspektife sahip değilseniz, araştırma ve istihbarat verileri, sizi bir o yana bir bu yana savrulmaktan kurtarmayacaktır.

15 Temmuz 2016 bu açıdan yakın tarihimizin en netameli başlıklarından biri. Günümüz Türkiye’sinin siyasal, kurumsal ve uluslararası ilişkiler kombinasyonu içinde insan adını bile şaşırabilir! Eğer perspektife değil de “işin aslına” merak salmışsa…

Siyasal olgulara bilimsel bakış, sınıf mücadelesi kavramını unutmaz. Sınıflar her şeyi açıklamaya yetmeyecektir elbette. Ama diğer açıklayıcı kavramları sınıflarla ilgili ana hatlar domine eder. Sınıflar mücadelesiyle bağı belirsiz hale getirilmiş bir Erdoğan, bir Gülen… açıklama gücüne sahip değildir. İşiniz MİT’te, orduda veya AKP’de kim Tayyipci, kim Fethullahçı ayıklamaya kalır. Ayıklayamazsınız!

Sadece siz bilemeyeceğiniz için, Fuat Avni türü istihbarata ulaşamayacağınız için değil. Sadece dezenformasyonu Rusların mı, Almanların mı, yoksa pespaye bir tarikat medyasının mı yaydığı belli olmadığından da değil. Bunlar ayıklanamayacağı için!

Yöntem kısmından çıkarımlara geçelim… Bir yıl sonra hâlâ kim kiminle nerede ne yapmış türü oyunlarla uğraşmanın yararı yoktur. Tayyipçilik ve Fethullahçılık kimyasal işlemle birbirinden ayrılacak elementler değildir.

Dahası Fethullahçılığın düzen içi siyasette bulaşmadık yer bırakması mümkün müdür? Eş zamanlı olarak liberal ve demokratlar ile milliyetçi ve kontracılara oynayabilen bir tarikat/teşkilat, şeriatçı bir ideolojik akıma, dinci gerici bir siyasi partiye tabii ki benzemeyecektir. Düzen partileri içinde bulaşmadıkları yer kalmışsa, bulaşmaya değmeyeceğindendir. Aynı durum karşı-devrimci süreçten geçirilen Türkiye’nin dış ilişkileri için de geçerlidir.

Bunları “teorik analiz” olarak belirlemeden kim hangi gizli kalmış bilgiyi açığa çıkaracakmış?

15 Temmuz darbesi ve bunu izleyen kanlı kavga, bu anlamda aynı organizmanın bir uzvunun bir diğer uzvunu kesmeye çalışmasından öte değildir. Bu kavgada solcu ve sağcılarıyla diğer siyasal veya kurumsal düzen aktörleri başrolde yer alamamış oldukları için kazanan tarafa eklemlenmişlerdir. Bu da bir siyaset yasası. Bir düzen partisi veya patron derneği, Erdoğan’la beraber meydanlara koşmuşsa demokrasiye bayıldığından koşmuş değildir.

Sınıf demiştik ya; 15 Temmuz öncesinde burjuva sınıfı derinlemesine bir bölünme yaşadı ve yan rollerdekiler düzenin birlik ve bütünlüğü adına güçlünün yanına koştu. Koşan parçacıkların aslında “neci” olduklarının bir önemi ve böyle bir sorunun yanıtı yoktur. Fethullahçı aynı zamanda Erdoğancıdır. Bütün devlet bunlarla doludur. Belli başlı düzen partileri karşı-devrimi kolaylaştırdıkları on küsur yıl boyunca birbirleriyle kısmen ideolojik ve siyasal olarak, kısmen kadrolar bazında iç içe girmişlerdir.

Darbenin kimin tarafından kime karşı yapıldığı bir açıdan bakıldığında bellidir. Ancak biçimsel anlamda Gülenciler başarılı olsaydı, düzenin programı bugünkünden uzun boylu farklı olmayacaktı. Darbeler başarıya ulaştığında bir sürü kapıya kilit vurulur. Darbe püskürtülünce farklı mı olmuştur? Darbe başarılı olduğunda burjuvazi istikrar ister ve geçicilik talep eder. OHAL ilan edilince ne değişmiştir?

Ortak payda ve program, krizi süreklileşen düzenin yönetilebilir hale getirilmesidir. Krizdeki bir ülkeyi hizaya sokmak için düzenin bütün güçleri baskı ve şiddet mekanizmalarına şans vermekte uzlaşmışlardır.

Yöntem bahsinde o kadar andığımız Sınıf kavramını mı arıyorsunuz? Zaten tam oradayız. Bu ortaklık başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkımıza karşı kurulmuştur. Burjuvazinin yönetemez hale gelmesi, yönetme tekelinin kırılmasının kapısını açar. Türkiye’nin bu eşiğe gelebileceği 2013’te sadece hissedildi. O his yönetici sınıf içinde panikle karışık bir mücadeleyi körükledi ve en sonunda süreç 15 Temmuz kırılmasına dayandı.

Adını koyalım. Darbe budur. Bu tabloda işçi sınıfının ve emekçi halkın nesnel çıkarları “darbeden mi yanasın, darbeye karşı mısın” ikilemine sığmaz. “Sizin darbenize de demokrasinize de!” İşçi sınıfına yakışan yanıt budur.

Komünistler o yakışıklı yanıt emekçiler içinde yayılsın diye beklemezler. Ve aynı anlama gelmek üzere, cehennem ikileminden bağımsızlaşanların sayısının katlanarak artması için, önce komünist siyasetin düzenden bağımsızlığının cesaretle ilan edilmesi gerekir.

Darbenin “püskürtülmesinden” ve ortak programın uygulamaya girmesinden bir yıl sonra, düzen daha istikrarsız, daha yönetilemez durumdadır. Madem öyle işçi sınıfı iktidarı fikri daha ikna edicidir.