1 Mayıs'a Ön Yazı

Mart'ın ortasını geçtiğimize göre, aslında 1 Mayıs gündeminin enine boyuna ele alınması ve hesaba katılması gereken bütün faktörler dikkate alınarak kapsayıcı ve sağlıklı bir politika geliştirmek için bir kez daha geç kalındığını söyleyebiliriz. Solun bu denli çok önem verdiği bir gündem maddesinin her zaman mutlak bir zaman basıncı altında karara bağlanmış olması ilginç değil mi? Yoksa önem verildiği, öylesine bir rivayet midir?

1 Mayıs, esas itibariyle 1970'lerde gelenekselleşti bizde. Organizasyon DİSK'e mal olmuş, mekan olarak ise Taksim özel bir anlam kazanmıştı. Taksim, merkezi ve büyük bir alan olmanın yanı sıra, bu kadar büyük emekçi kalabalıklarını ilk kez bir araya getirmesiyle bu anlamı hak etmişti. Üstüne bir de 77 katliamı gelince, ortaya hafife alınamayacak bir onur sorunu çıktı.

Ancak Taksim'in 1 Mayıs'ın içeriğini önceleyecek biçimde ağırlık kazanmasında bir dengesizlik olduğu kesindir. 12 Eylül sonrasında büsbütün yasaklanmak istenen 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Taksim'i takıntı hale getiren sol değil, devletin kendisi. Ama söz konusu olan bir hastalık, obsesyon da değil. Taksim takıntısı, çok işe yarayan bilinçli bir politikadır devlet açısından.

Kamuoyunda 1 Mayıs'ın baştan kaybetmesi için kan ve “olay” çağrışımlarını sürekli diri tutmak, 1 Mayıs'a katılmayı sıradan emekçiye uygun olmayan bir davranış haline getirmek, 1 Mayıs'ı kutlayacak güçlerin bir türlü bütünleşememelerini temin etmek, gündemi mekana, yani eninde sonunda teknik bir konuya kitlemek... Bu sonuçları veren bir ısrarın tıbba havale edilmesi mümkün müdür!

Bu politikanın karşısında her yıl geçerli tek bir politika ise olamaz. Egemen güçler takıntılardan yarar umabilir ve bulabilirler. Solun gücü aklından başlar.

1992'ye kadar İstanbul'da mitingle kutlanmasına izin verilmeyen 1 Mayıs'ın başka pazarlıklarla eğilip bükülmesi yerine Taksim'e yüzünü dönmesi açık ve anlaşılır bir politikaydı. Sonra kazanımın kurumsal hale gelmesini, yerleşikleşmesini sağlamak önemli olmuştur.

Bahar Eylemlerinden daha yeni çıkmış bir sınıf kitlesinin katılabileceği mitingler yapmak mümkünken, Taksim'de kadro eylemi zorlaması, en azından çok iyi tartılması gereken bir seçenekti. Sosyalist İktidar Partisi bunu 1996'da, o güne kadar denenen ölçeklerin ötesinde belli bir kitlesellikle propaganda etti ve hayata geçirdi. Ancak işçi sınıfının ayağa kalkması için en elverişli zeminin Taksim'de oluşturulabileceği tezi, doğruluğunu korumakla birlikte, sendikalar ve solun daha geniş kesimleri tarafından paylaşılmayı bekliyordu. Paylaşmadılar.

Kutlamaların çeşitli biçimleri denendikten sonra DİSK ve KESK'in birkaç yıldır Taksim'e sabitlendikleri görülüyor. Sanki mesele bir adres sorunuymuş, kutlamaların içinin kofluğu, sendikal rekabete kurban gitmesi, miting programının herhangi bir çekicilik içermemesi, heyecansızlık, politik taleplerin belirsizliği gibi öze dair dertler yokmuş gibi, çıkış Taksim'de aranıyor.

Nitekim bizim '96 girişimimizin temel bir unsuru iki konfederasyonun politikasında içerilmiyor. 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanması işçi sınıfının egemen güçlerin inadını kırması ve tarihsel-etik bir değer taşımanın dışında, daha önceki kitlesellikleri aşma imkanını sunduğu için de önemlidir. Taksim açılacaksa kitlelere açılmalıdır. Zaten Taksim, büyük kitleler 1 Mayıs'a katılırsa açılmış olur. İşçi sınıfının kimliğini bulması, ayağa kalkması, kendi gücünün farkına varması gibi çıktıları olmayacaksa, Taksim konusu nostaljik hale gelmeyecek midir? Sınıf mücadelesinde simgeler siyasal içerikle yüklendikleri takdirde değer taşır. Ve siyasal içerik, simgede var olup olmadığı yorumcuya göre değişen bir şey değil. Çıplak gözle görülür. DİSK ve KESK ülkedeki bütün güçlerini Taksim kutlamasına yönlendirmekte midir? Yoksa bir dizi yerde irili ufaklı mitingler süregitmekte midir? Taksim işçi sınıfının gereksinim ve talepleriyle bütünleştirilmekte midir? Yoksa kendinde bir anlamla mı yüklenmektedir? “Sınıfa karşı sınıf” mıdır, yoksa “inada karşı inat”, veya sadece “inadım inat” mı?

Bana kalırsa üzücü yanıt ortada duruyor.

2009'da hiç olmazsa Taksim'e çıkılmıştır. Onca emek verdikten sonra bir Taksim kutlamasının da gerçekleştirilememesi durumu, iyiden iyiye olumsuz olmaktadır çünkü. Daha önceki deneylerde valinin ve emniyetin haksızlıklarının ortalığa döküldüğü türünden sonuçlarla yetinilmişti çünkü...

Peki 2010'da ne var elde? Sendikaların 1 Mayıs'a katılımı arttırmak yönünde geliştirdikleri yeni bir araç? Ya da, “her yer 1 Mayıs” yerine -geçen yıl aralanan kapıyı ardına kadar açmak için anlamlandırılabilecek- “güçleri İstanbul-Taksim'de toplamak” gibi bir “tek 1 Mayıs” politikası söz konusu mu? O da olmadı, iki konfederasyonun ısrarı, Türk-İş içinde dalga dalga yankı mı buldu? Acaba bizim dışımızdaki sol siyasi partiler ve hareketler, İstanbul dışındaki etkinliklere katılmama ve Taksim'i güçlendirme gibi bir yönelim içine girmiş olabilirler mi?

Bildiğim kadarıyla bunların hiçbiri yok. Ama bu yoklukta kendine yer bulamayan bir de işçi sınıfımız var. 1992'den bu yana hiç bu kadar mücadeleye yatkınlık göstermemiş bir işçi sınıfı. Tekel işçisiyle, İtfaiye çalışanıyla, ataması yapılmamış öğretmeniyle genel grev için biçilen tarihten birkaç hafta önce 1 Mayıs'ı kutlayabilecek bir işçi sınıfı. 1 Mayıs'ı genel grev hazırlığı için anlamlandırabilecek bir işçi sınıfı... İyi de, daha ne olsun!

2009-2010 kışına özgü bir durum olan sınıf mücadelesi işaretlerini kapsamayı gözetmeyen, bu işaretlerle 26 Mayıs genel grevi arasında bağlantı kurmaya odaklanmayan bir Taksim politikası kime ne kazandırır?