1 Mayıs tartışmaları

Bir sonuç vermediği için daha önceki benzeri adımlar aklımdan çıkmış olabilir. Mutlaka daha önce de konfederasyonların 1 Mayıs'ı ortak kutlama ve hatta Taksim'i hedef olarak önlerine koyma yönünde karar aldıkları olmuştur.

Ancak önce altı konfederasyonun açıklamasına ve açıklamaya konu olan görüşlerin geliştirildiği toplantıda hazır bulunan başkanlar tablosuna bakılmalıdır.

Kendi sitelerindeki ifadeye göre birinci karar altı konfederasyonun 1 Mayıs'ı ortak kutlamasıdır. Bu, altının ne kadar doldurulduğundan öte, çok önemli bir açıklamadır. Altının doldurulmasında çok yol alınmamış ve alınamayacak olabilir. Eninde sonunda altı kişilik bileşimin üçü AKP biri de -Kamu-Sen başkan düzeyinde temsil edilmemiş olsa bile- MHP çizgisindendir! Buna karşın ortak 1 Mayıs kararı ve bunun kaçınılmaz sonucu çağrı, işçi sınıfının mücadeleci unsurlarının meşruiyetine büyük katkıda bulunur.

İkinci olarak kutlamaların içeriğine ilişkin yapılan saptama, yani “iş güvencesi, insanca ve özgürce bir yaşam, eşitlik, adalet ve demokrasi” emekçilerin bu cephelerde sorunlarla yüz yüze olduğunu anlatmaktadır. Öyleyse altı başkanın yarısı ve AKP'nin emekçilere bakan penceresi çökmüştür! Demek ki bu hükümetin sayılan başlıklarda sorun oluşturduğu işçi sınıfının bütün sendikal örgütlü kesimlerince kabul ve ilan edilmektedir. Kuşkusuz bu da önemli bir gelişmedir.

Devamla, altı konfederasyon Taksim tartışmasının geride kalmasının yolunun Taksim'in kutlamalara açılması olduğunu düşünmüştür. Bu alan didişmesinin asıl sorumlusunun egemen güçler ve son yıllarda da hükümetin ta kendisi olduğunu saptamak demektir. Dahası didişme karşısında “büyüklük bende kalsın” denmemekte, çarenin Taksim kutlamasında olduğu yaklaşımı benimsenmektedir. Tartışmasız biçimde, bu doğrudur.

Taksim'e “1 Mayıs Alanı” adını veren, 1977 ve 1989'da canının koskoca bir parçasını orada bırakan sol geleneğin bugünkü temsilcileri açısından, Taksim anlamı sendikalara anlatılamayan bir değerdir. Bu nedenle bu satırların yazarı birkaç hafta önce ve dün Özgür Müftüoğlu arkadaşım soL portal'da alan saplantısını eleştirdik. Hiçbir şey işçi sınıfının gücünü dosta düşmana göstereceği bir kitlesel buluşmadan daha anlamlı ve daha değerli olamaz. Bizim değerlendirmelerimizin anahtarı budur. İşçi sınıfının gücünü sergileyeceği kitlesel buluşma ile çakışması mümkün olmayacaksa Taksim politikası bir ilke haline getirilemez. Kendinde amaç takıntıya indirgenir.

Günümüz koşullarında kitlesel buluşma yolunu sendikalar olmaksızın düşünmek ise hayli güçtür. Sorun sendikaların büyük kitleleri ile ilgili değil. Türkiye'de sendikalaşma oranının yüzde 4 civarında olduğu ve sendikaların eylem performansının son derece düşük olduğu göz önüne alınırsa kitlesel katılımın ön koşulu olarak sendikaları ortaya koymak anlamsız olacaktır. Ancak işçi sınıfının siyasal hareketi de kitle kriteri açısından kendini kanıtlamış değildir ve kitleselleşmenin ön koşulu olan “toplumsal meşruiyet” ayrıca önem kazanmaktadır.

Sendikaların meşruiyeti, kitleselleşme sıkıntısına deva olmuyor. Ancak bu meşruiyeti büsbütün ihmal eden bir yönelimin karşısında ciddi bir yalıtılma riski olacağı da açıktır. Türkiye'de bugün sendikal yapılar kitleselleşmeye pozitif bir yanıta sahip değillerdir, ama yolun ortasına çekip geçişi engelleyen kamyonun anahtarını düpedüz saklamaktadırlar! Asıl çarenin başka bir yol inşa etmek olduğu ve bunun biraz daha zaman alacağı belli. O zamana kadar ise verili durumu yok saymak ise yanlış.

Bu noktada tek kutlama politikası bir mihenk taşıdır. “Çok şehirde kutlama” kendini bir zorunluluk olarak dayatmadan önce, işçi sınıfının buluşmasını güçlendirmek amacıyla bir kenara itilmelidir. İtilmiyor ise Taksim'e çıkış kategorik olarak 1988'de aralarında eski DİSK Genel Başkanı Baştürk'ün de bulunduğu bir grup sosyal-demokrat milletvekili ve sendikacının tutumuna geri dönmek olur. Bugün o eylemin hangi yıl yapıldığı konusunda yanılmadığınızı teyit etmek için bile internette biraz dolaşmanız gerekiyor... Yani 88'den pek bir şey devrolmamıştır. Altı başkanın kararı diğer şehirlerde yapılacak kutlamaları da kapsamakta ve bunları düşündürmektedir.

2010'da işçi sınıfı saflarında iki temel dinamik vardır. Birincisi herkesin bildiği gibi Tekel direnişidir. İtfaiye işçileri, liman işçileri, direnen tekstil veya direnecek şeker işçileri bu damara dahil edilebilir. Üstelik Tekel direnişinin 1 Nisan'ı telafi etmesi de gerekmektedir.

İkincisi ise tıkalı yolu baypas etmeye denk gelen yeni bir işçi hareketi kurma uğraşımızdır.

Yukarıda tartışılan parametrelerin hepsinden önemlisi bu ikisinin buluşturulmasıdır.

Azalan sürede komünist hareket bu karmaşık taktik tablonun içinden çıkmayı başaracaktır.