Teori Soluktur: SD - MDD

Genelde, Lenin’in de kullandığı şekilde, “teori gridir, dostum, ama yaşam ağacı yeşildir” deriz, söze birebir bağlı kalarak. Ama benim aklıma, “Maarif Vekaleti”nin 1941 diliyle, bol Allah’lı Recai Bilgin çevirisindeki hali daha çok yatar. Orada, Mephistopheles, “Değerli dostum, bütün nazariyeler soluk olduğu halde, hayatın altın fidanı yeşildir” der.

Goethe’nin sözünün daha doğru ve formülasyona yatkın çevirisine göre, bu gri yerine soluk, ağaç yerine fidan seçimi, hatalı bulunabilecek bir çevirmen yorumu gibi gelse de, sanki alıntılamaya bizi iten amaca daha uygundur.

Gri, “arada kalmış” da olsa kendi niteliğine sahip bir renk olarak, “nazariye”de siyahla beyaz arasında bir farklılık, bir ton ayarı özelliği taşıdığı ve “keskin iki kutup arasında bir skalaya” işaret ettiği, o keskinliklerin arasında bir noktaya dikkat çektiği için, farklı bir anlamda da kullanılır gündelik dilde. Ve tanımlanmıştır.

Soluk, hayat karşısında, giderek ya netleşecek, ya silinecek anlamı taşıdığı fidan da, “nazariye” nin, ortaya atıldığı koşulların gelişip ağacın yeşilinin kendisini gösterdiği bir durumda sınanacağı, bu süreç boyunca değişim mi gösterecek sabit mi kalacak sınavına tabi tutulacağı için, böyle geliyor bana...

Gri ve ağaç tanım, soluk ve fidan süreç.

Pek âlå yanlışlanabilecek bu yorumu aklıma getiren, kimi tartışma platformlarında halen sürdüğünü gördüğüm, sevgili Meriç Şenyüz’ün de, TKP’nin Suphi’nin ölüm yıldönümü etkinliği gözlemlerinde “Kesintisizler” filan diyerek ifrada vardırdığı, Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim tezleri oldu.

Kuşkusuz, bütün bir 60’lar, 70’ler döneminin bu hararetli saflaşmasını ele almanın ne yeri ne de zamanı. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını tahlil ve buradan hareketle bir devrim stratejisi oluşturma ekseninde, sosyalist akımların yaşadığı belki en temel ayrışma olsa da, fidanın ağaca dönüşmeye yüz tuttuğu günümüzde, o çarpıcılığını yitirmiş, tarihsel bir vakıa olarak yerini arşivde almış olması beklenirdi zaten.

Şöyle de diyebiliriz: İki tez çarpışmış, gri kazanmış, tanımlı bir renge büründüğü anda da, tümüyle soluklaşmıştır.

Bunun çok tartışmalı bir ifade olduğunun farkındayım. Tabii, bunun ne yeri ne zamanı dedikten, artık arşivde kalmıştır iddiasından sonra, bazı anımsatmalarda bulunmanın barındırdığı çelişkinin de. Ama, belki, teori yapma kriterlerine bir tutamak çıkarırız buradan. Belki bir fırsat, bir bahanedir bu. Gri ve yeşil, bizi neden ilgilendirir diye bir kez daha düşünmek için. Fidan ya da ağaç, hayatla bağlantısını kurmak için. Hayatla mı, hayatı değiştirmekle mi ilgileniyoruz sorusunu netleştirmek için.

Her devrimci teori, hayata doğar. Açıklamaya, açıkladığına egemen olmaya, egemen olduğunu değiştirmeye yönelir. Bir bitki niteliği temeli değişmese de, ortaya atıldığı andaki hayatın, verili durumunu esas alır. O ki hayat, fidan kalmayacaktır, o büyüyüp geliştikçe, teorinin de soluktan nete mi, yoksa iyice solmaya mı gideceğini, evreler belirler.

Bugünün genç devrimcilerine garip gelecektir, aslında tek başına bu garip geliş bile artık anlamsız kılmaktadır bu saflaşmayı ama, bir-iki cümleyle özetlersek, 60’ların, 70’lerin bugüne değişik yapıları miras bırakan tartışması, aslında bir sosyo-ekonomik yapı tartışması ve temel - baş çelişme saptaması uğraşıydı.

Türkiye, kapitalist bir ülke miydi, yarı bağımlı - yarı feodal bir ülke mi... Bu sorunun yanıtı, devrim stratejisini, dolasıyla temel güçler ve müttefikler, atılacak adımlar konusunda saptamaları belirleyecekti. Burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıydı, yoksa “tam bağımsız, gerçekten demokratik” olacağı bir adıma ihtiyaç mı vardı.

Bu saptamalara göre bir saf tutacaktı, devrim stratejisi benimseyecekti dönemin devrimcileri.

Basitleştirmeler tehlikelidir, yanıltıcılık riski barındırır, o yüzden ihtiyat payını bırakarak, bu uyarıyı yaparak bu özeti çıkardığımızı söyleyelim. Bugün geldiğimiz noktada geçersiz bir tartışma olduğunu düşünmek, o dönemin çabalarını küçümsemek anlamı taşımasın. Dahası, Türkiye gibi bir ülkede, bunu zorunlu kılan etmenleri de asla unutmayalım. İleri sürüldükleri dönemde, büyük anlam taşıyan bu tezlerde, her birinin dayandığı mesnedi, tarihsel köklerini, uluslararası komünist hareketteki bölünmenin yansımalarını, Asya, Afrika, Latin Amerika’da yaşanan devrimci dalganın, sarsıntıların etkisini es geçmeyelim.

Bu saflaşmada, ülkedeki kurumlar, diyelim ordu, köylülük, “fiili mi, ideolojik mi” önder olacağı tartışmalı proletarya, burjuvazi içinde çelişen kesimlerin varlığı yokluğu, bu çelişmelerin temeli, uzun uzadıya tartışılıyor, tezlere dayanaklar geliştiriliyordu. Bu kaçınılmaz olarak, tarihsel motiflere, geleneklere uzanıyor, dönemin devrimcileri, Osmanlı’nın Asyatik tarza mı, Prusya tipine mi, merkezi feodaliteye mi uygunluğunu da araştırmak durumunda kalıyordu.

Bir açıdan bakılırsa, belki söz konusu dönemin, yakın dönemlerle kıyaslanmayacak canlılıkta bir fikir hayatına sahip oluşu, ülkenin bir tartışma forumuna dönüşmesi, biraz da bu araştırılacak ve sokağa çıktığınızda mutlaka içine düşeceğiniz yaygınlıkta karşınıza çıkacak arayışların ürünüydü.

Bütün bunların ayrıntısına girilebilir, SD – MDD tartışmasının tezleri ve verili andaki işlevleri değerlendirilebilir. Belki bu, genç kuşak devrimcilerin yakın tarihi ve saflaşmaları kavraması açısından gereklidir de. Ama işte, hayat, yeşildir. Adı üzerinde, hayat olduğu için. O yüzden, tarihsel – dokümanter bir anlam ve önem taşıyan “teorik” ayrışma, bugün için, tartışma forumlarında, makalelerde halen nasıl uzanımlar barındırır, anlamak güç.

Gerek, dönemin Türkiye ölçeğinde ve uluslararası boyutta yaşadığı geçiş ve alt üst oluş sürecine, gerek yeni filizlenen sosyalist akımların yön arayışlarına denk düşerek soyağacı tarihine damga vuracak akımlarının temel sloganlarına bakalım sadece ve bugüne uyarlayalım, ne dediğimizi anlatmak için.

Sosyalist Türkiye! Tam Bağımsız, Demokratik Türkiye!

Sovyet – Çin kutuplaşmasını, bunun teorik ve siyasal görünümlerini, “köylülük – proletarya” temel arayışlarını, “asker sivil aydın zümre” saptamalarını, “komprador – milli burjuvazi” ayrıştırmalarını, “toprak sorunu – millî mesele” bağıntılarını bir tarafa bırakıp, bu iki sloganla ifade edilen duruşları bugüne uyarlayalım.

Bağımsızlık, devrim, sosyalizm bileşkesinin, aşamalarla, sıradaki adımlarla kopartılabileceği, hâlâ tartışma sınırlarımızda olabilir mi?

İleri sürüldükleri ham halleriyle bile bu kadar ayırt edici bir kopukluk taşımayan temel tezler, saf hallerini koruyarak, günümüzde bir kamplaşma ifadesi olarak kalabilir mi?

Emperyalizme karşı mücadelenin, demokratik yaşamın, işçi sınıfı öncülüğünü esas alan bir sosyalizm perspektifi dışında arayışlarla, şansı, gerçekliği, geçerliliği var mı?

Bugünün “devrim stratejisi”ni belirlemede, yukarıda sıraladığım, dönemin ünlü araştırmalarından varılacak sonuçların yaşamsal bir etkisi olabilir mi?

Hayat gelir, teorisini kurar. Fidan büyür, bunu takip edemeyen, solar.

Halen eskiyi zikredenler, yeniden ayrışır. Emperyalizm olgusunu küpeşteden atan kapitalizm kabulleniciliği, sıçrama hedefini Kemalizmin tarihsel dayanaklarına devreden ulusalcılık, sınıfla ve büyük dönüşümle ilgisini kesmiş kimlikçilik... Toplamlarında, liberaller, ulusalcılar, kimlikçiler nezdinde devrimden kopuş. Bunu “keskin solculuk” adına yapanlar dahil. Ya da bunları, bir sınıfsal devrim potasına dökerek gerçek anlamlarına kavuşturan, sosyalistler.

Bağımsızlık, devrim, sosyalizm alaşımı, sınıf iktidarı perspektifiyle, bugün için yeşildir, aralara setler çeken teoriler soluktur. Ağacın karşısında soluklaşmış olanı yaşatma girişimleriyle oyalanmanın, ne yeridir, ne zamanı.

Bu yeni bir şey mi? Yoo, Lenin’den beri böyledir teori... Ama Türkiye, enteresan bir ülkedir...

Ha, şu pek ilgi çeken “Kesintisiz”lerine gelince Mahir’in... Meriç kardeşimin latife ettiğini, ironi yaptığını düşünmeyi tercih ediyorum. Yoksa, eminim o da biliyordur, ortada özgün bir tez bulunmadığını, bizzat “MDD’ciler eliyle” çok çürütüldüğünü, sosyo-ekonomik yapıya ilişkin bir şey söylenemediğini, “emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi”, “entegrasyon”, "iç olgu olarak emperyalizm”, "evrim - devrim çakışması", "Mao Zedung’un ‘Yeni Tipte Demokratik Devrim’ anlayışı” vesairenin kokteylliğini ve zaten bilinirliğini. İsterse “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi”ni, şehirlerden kırlara gerillaları filan sohbet konusu yapabiliriz, ama, dediğim gibi, bunun latife olduğunu düşünmeyi tercih ederim. Yiğitliği, devrimci militanlığı, yaşamını devrime adayışı, ölümü göze alışıyla bu tarihimizin büyük isminin anısı, bunlarla rahatsız edilmesin, 20’li yaşlarının ve ülkesindeki kısıtlı kaynakların, militan heyecanın “teorileştirme”leriyle, haksızlığa uğramasın isterim...

* * *

Sonradan ekleme: Yine unutmuşum, ekleyeyim. Engin Ardıç ile ilgili yazıma, olumlular kadar olumsuz tepkiler de geldi. Kimi okurlar, küfürbaz olduğumu, Ardıç'ın tezlerine yanıt veremediğimi, onun bizi elli kere cebinden çıkarabileceğini, "biz Kemalistlerin" ezberini bozduğu için tahammül edemediğimizi filan söyledi. Bunlara, “ilginç" deyip geçeyim. Ama, önemli bir uyarı da aldım, onu belirtmeliyim:

“Rosenbergler Ölmemeli”yi Şehir Tiyatroları'nda sahneye koyan, aynı zamanda, sert bir yazıyla Ardıç'ın konuyla ilgili yazısını yanıtlayan yönetmen, Orhan Alkaya'ydı. İsmini zikretmeyi atlamışım, düzeltiyorum.