Spinoza ve Haziran

John Berger, bakmış ki bulunacağı yok Spinoza’nın hep yanında taşıdığı, sık sık çiziktirdiği eskiz defterinin, oturmuş kendi kurgulamış. Felsefe tarihinin bu saygın isminin yazdıklarını, “Ethica”sı ağırlıklı olmak üzere, kendi desenleme çalışmalarında yeniden okumuş, yorumlamış, hayat vermiş ve “Bento’nun Eskiz Defteri”ni etrafına Spinoza’nın gözleriyle bakma uğraşında oluşturmuş.

Bugün, “doğrudan politik söylemden sıkılmış, felsefeyi özlemiş olarak”, bu kitaptan ve Spinoza’nın gerçekliği ile Berger’ın zihninden bize yansıtılışı arasındaki, zaman dilimi ve algıların değişkenliği kaynaklı açı farkı üzerine yazmak niyetindeyken, posta kutuma Taksim Dayanışması’nın basın açıklaması düştü. Ve kitap, bir başka yönüyle girdi yazıya...

Biliniyor, Taksim Dayanışması, “Gezi Olayları” olarak adlandırılan Haziran Direnişi üzerinden bir “suç örgütü” olarak tanımlandı ve yargılanmalarına esas teşkil edecek iddianame hazırlandı.

Suç isnat edenlerle suçlananlar arasındaki muazzam nitelik farkını ortaya serercesine bir dille kaleme alınmış basın açıklamasında, özetle, bu yargılamanın hiç umurlarında olmadığını, çünkü Haziran’ın talep ve özlemlerinin yargılanamayacağını ilan ediyor Taksim Dayanışması.

Bir yerinde diyor ki: “Gezi ve Haziran direnişi bu ülkenin aydınlık geleceği için umuttur demokrasi ve özgürlük talebindeki kararlılığın tarihsel kanıtıdır. Halen cezaevlerinde tutulan ve dayanaksız iddianamelerle yargılanmaya çalışılan binlerce gencimizin haklılığı, meşruluğu ve kaybettiğimiz gençlerimizin acısı ve mücadelelerinin gururu kadar da berraktır.”

Kararlılığın kanıtı, mücadelenin gururu...

“Her ciddi siyasi protesto, mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Barikat kurarak, silahlanarak, açlık grevi başlatarak, omuz omuza haykırarak ya da yazarak karşı çıkar çünkü gelecekte ne olursa olsun, içinde bulunduğu ânı kurtarmaktır derdi.

“Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi reddetmektir. Bu sebeple, gerçekleşirse eğer, o anda küçük bir zaferdir protesto. Her an gibi geçici olsa da iz bırakır. Geçip gitse de belleklere kazınmıştır.” (Bento’nun Eskiz Defteri, sf. 87-88)

O âna ilişkin bir onurlu karşı koyuş. Haziran günlerinde sıkça belirttik, buraya kadar olağanüstü bir halk hareketinin, müthiş bir isyanın sokaklara akışıdır yaşananlar, ama, belleklerde kalmakla yetinmemelidir, “kazınmışlığın” kavramsal içeriğini hak etmeli, örgütlenmeli ve sonuç almalı, “o âna” ilişkin kalmayarak, “istikbal”i ele geçirmelidir, dedik.

Nasıl ki isyan ve ihtilal eşitsizliği, sosyal yaşama ilişkin önermeler bütünü içinde, biri tepkisel diğeri kurucu irade olarak bambaşka roller, kavramlardır, Haziran’a nasıl baktığınız da istediğiniz dünyaya ilişkin ipucudur.

“Protesto, aslında, başka, daha adil bir gelecek için göze alınmış bir fedakârlık değildir içinde bulunulan zamanın kifayetsiz bir kurtarılışıdır. Mesele, kifayetsiz sıfatıyla tekrar tekrar nasıl yaşanabileceğidir.” (agy)

Sadece Haziran’ı askerlik anısına dönüştürenlere değil bu saptama şamarı, iktidardan alınan ödünler uydurmasıyla görevini tamamladığı, artık bir üst düzeyde sulh zamanı geldiğini iddia edenlere de iniyor.

Berger, Arundhati’nin sorularını yöneltiyor: “Demokrasi tüketildiğinde ne olacak? İçi oyulup da anlamdan yoksun kaldığında? Kurumlarının her biri tehlikeli birer hastalığa dönüştüğünde ne yapacağız? Demokrasiyle serbest piyasa artık kaynaşarak, gözü kârını artırmaktan başka bir şey görmeyen, kan emici, yararsız ve dar ufuklu tek bir organizmaya dönüştüğüne göre, ne olacak?”

Kifayetsiz... Bu sıfatla yaşayabilir mi, bir protestodan ibaret kalabilir mi Haziran? “Kifayetsiz” diyor Berger, “zamana bağlı bir sıfattır”. Zamanın mantığını reddedenlerin yüreklerini bir hikâyeciye emanet ediyor, “kifayetsiz” sıfatını anlamsızlaştırmak üzere.

“O zaman protestocuların başkaldırısı, bir hikâyedeki kadınların, erkeklerin ve çocukların vahşi çığlığına, öfke, alay ve uyanışlarına dönüşür.”
Ve böylece, zamanın çizgisel akışı kesintiye uğrar!

Çizgisel akışı zamanın, kesintiye uğrar... Kırılır...

Kifayetsizlik, mutlak sanılan zamanlara gömülür, bir hikâyeyle. “İstikbal” kavgası olur, “o ânın isyanı”...

Sadece Taksim Dayanışması değil, bizzat diktatörlük ilan etmiştir zaten bunu. “Örgütsünüz siz” demiştir. Neden korktuğunu açığa vurmuştur. Çünkü Haziran’ın kifayet kazanacağını, kendi hikâyesini zamanın kuşatmasından, zamanın içi boş kavramlarından kurtulmak üzere yazdığını görmüştür.

Taksim Dayanışması da, “kabul” demiştir, o ayağa kalkışın bir protesto olmanın ötesindeliğine güvenerek. Kifayetsizliğe mahkûm bir an parçası olmadığını bilerek.

Ben halbuki Berger’la Spinoza üzerine tartışacaktım, farklarımızdan dem vuracaktım, bir basın açıklaması bu kifayetsiz yazıya dönüştürmeseydi aklımdakini. Bu bile göstermiyor mu, “an”lara fazla bel bağlamamak gerektiğini, her şeyin değişebileceğini?

Nâzım’ın “ve ancak bizim kartal burunlarımızda buluyor lâyık olduğu yeri materyalist camcı ispinozanın gözlükleri” diye andığı bir adam, yüzyıllar ötesinden zamanın çizgisel akışını kırdırıyor işte bir eskiz defterinde.

Şimdi, diktatörlük neye dava açmış, iddianameler yazmıştır sorusunu yanıtlayacağız. Kifayetsiz bir ânı kurtarma protestosuna mı, o kendi hikâyesini yazanların özlemlerini, isyanlarını istikbale taşıma ihtimaline mi?

Burjuvazi bilinçlidir, gericilik, maşalık bilinçlidir. Onlar için tehdit, ikinci ihtimaldir. Korkularını boşa çıkarmamak da bizim borcumuzdur.

Seçimlerden başlayarak, ninnileri, ehveni şer demokrasiciliğini, unutuluşu, “sıfırlanmanın ve suskunluğun küçültücülüğü”nü, onurla ve bilinçle reddederek. Haziran seçeneğini iktidar için örgütleyerek, güçlendirerek. “Zamanın sürekliliği”ni kırarak ve ister aynı ister değişik aktörlerle akıp gitmesine dur diyerek...

Örgüt mü korkuları? O zaman örgüt! An parçasından çıkması mı endişeleri? O zaman sürekli Haziran!

Sevgili Spinoza, başka yazıya artık...

Gözlükleri bize yakışan felsefecinin geçtiği şiirini nasıl bitirmişti Nâzım?

“çok uzaklardan geliyoruz / çok uzaklardan... / ve artık / saçlarımızı tutuşturarak / gecenin evinde yangın çıkaracağız / çocuklarımızın başlarıyla kıracağız / karanlık camlarını!.. / ve bizden sonra gelenler / demir parmaklıklardan değil, / asma bahçelerden seyredecek / bahar sabahlarını, yaz akşamlarını...”