Siz ne ‘Ara”mıştınız?

“Deklanşörün efendisi Ara Güler, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşantısından kesitleri fotoğraf karesine aktardı.” Haber bu.

Birkaç gündür kamuoyunun gündeminde kendince yer eden olay, “sanatsal boyutu”na da binaen, aslında böyle eser miktarda edebi bir cümleyle aktarılabilecek kadar basit.

Hatta, düz bir okuma yaparsanız, “ne var bunda” diyebilirsiniz ve deniliyor da. Nice portre çalışması yapmıştır Ara Güler, önemli bir kısmı da, sanattan siyasete tarihsel kişiliklerdir. Erdoğan’ın da, kişiliği bir yana, tarihselliği vakıadır. Ama öyle ama böyle.

Bir meslek icrası olarak bakmayı, albüm genişletme olarak görmeyi önleyen ne? Neden bu infial? Yalnızca, saray maiyetine sırnaşan ressam soyunu hatırlatır girişiminden olmasa gerek.

Bunun olası yanıtlarından üzerinde durmak istediğimiz birine geçmeden önce, biraz oyalanalım.

Şöyle de bakılabilir: Ara Güler, belki de sanat yaşamının en zorlu meydan okumasına girişti. Objektifine, estetize edilemeyecek bir temayı işleme görevi yükleyerek, büyük risk aldı. Kim bilir, ilerlemiş yaşını böyle bir olanaksızı başarmakla taçlandırmak istemiş olabilir.

Tabii ki, Erdoğan’ın fizik görünümünden bahsetmiyorum. Yani, sadece ondan bahsetmiyorum. Fotoğraf, kareye alınanda, kareye alanın gördüğünü yansıtırsa, şipşaktan ayrılıyor. Bu insaflı bir beklenti tabii, John Berger’a kalsa, ohooo... O yüzden Ara Güler’in sınavıydı bu. Ne görecekti de ne yansıtacaktı?

Varsayalım, bir imaj çalışması, hani öyle diyorlar ya, “sana mı kaldı onu şirinleştirmek” filan diye, hangi maharet, bir özdeşleşilecek obje yaratabilir o nesneden? Bunu göreceğiz koleksiyon sunuldukça.

Göreceğiz dedim de, birkaçı paylaşıldı bile. Sıfır. Onları ben de çekerim. Belgelik bile demeye dil varmıyor. Kabahat onda değil tabii.

Olmuyor, olamıyor. Kötülük ve yalan, estetize edilemiyor. Olmayan bir cevher, yüze vücuda haricen monte edilemiyor, çekip çıkarılamıyor.  Erdoğan yahu! Hangi açıyı denersen dene objektifte, ışığına, diyaframına taklalar attır, mizansenin kralını tertiple, rötuş küpüne batırıp çıkar, ı ıh.

Sevecen, kültürlü, ağırbaşlı, neşeli, oturaklı, neyse artık vermek istediğin mesaj, deklanşöre kabul ettiremiyorsun. Vizörden baktığını nereye yerleştireceksin, adı üstünde, objektif! Nesnenin içi dışı bir. Hâlâ hırsız, hâla katil bakıyor kadraja.

Efendim, sizde zaten oluşmuş bir imaj var da ondan, gelecek kuşaklar ya da bugünkü kuşaklardan tanımayanlar, böyle değerlendirmeyecek. Etme ustam, ancak, kulları köleleri, yandaşları arpaladıkları, evlerinde geyikli duvar halısının yanına, işyerlerinde iki bayrak arasına asarsa asar röprodüksiyonları çerçeveletip.

Riske girdi Ara Güler, meslek hayatını unutmak isteyeceği bir dilimle, bir çuval inciri berbat ederek bitirmeye yüz tuttu. Sanatı açısından yani.

Ustanın işçi fotoğraflarını biliriz. Ermeni balıkçıları. Köyden kente göçü. Sokakta çocukları. Kaldırım taşlarını. Zanaatkârları. Bir kentin günden güne çöküşünü. Maharet tabii ki Ara Güler’deydi, ama ona bakanların verdiği, derin ve işlenecek malzeme sunan yüzlerin, ellerin, gözlerin payı büyüktü etkileyiciliğinde. Emek verme uğraşında, ekmek derdinde, oyun telaşında insanları, ben bu kentin tarihiyim diyen yolları, kaldırımları, evleri görüyordunuz. Onların bir duruşla, bir bakışla, bir çömelişle yaydıkları sıcağı basıyordu karta.

O küçük insanların, o aydınların gizlisindeki estetik, emeğin ve yaratıcılığın ışığı veriyordu derinliği, yılların çizgileri kırılmalar yaratarak kopup geliyordu üstümüze. Yaşıyorlardı çatlaklarıyla, ifadeleriyle. Boyutları vardı.

Erdoğan’dan, ancak basılacağı kart gibi iki boyutlu, yüzeysel pozlar kalacak portföyünde ustanın.

Poz. Fotoğraftaki pozlama değil, “beni şöyle gibi çek kanka” düzenbazlığı anlamında poz. Ne yazık! Koskoca Ara Güler, acaba, “sayın cumhurbaşkanım, bir de kitaplıkta çekelim, okur gibi yapın; masa başında memleket için çalışır gibi durun lütfen; şöyle torun tombalak bir mutlu aile babası yapalım” filan mı demiştir? Adam, emlak bürosunda gibi masa başına geçince ya da kalın bir kitabın arasına koyduğu doları arar gibi durunca, torunlarıyla sıcak yuvada değil de, veliahtlarla tahtta gibi kasılınca, gülümser mi, tıslayarak zehirini mi akıtır belli olmayınca, içinden ne geçmiştir?

O etkisini doğallığın yakalanışından, gerçeklikten alan bütün fotoğraflar tarihini böylesine ucuz, böylesine beyhude bir finale mi taşımıştır? Kendisini boşverin, fotoğraf mirası benim derdim.

Neyse, kendi bilir. Biz, niye infial yarattığı meselesine dönelim.

Ara Güler, nasıl bir politik figürdü ki, vay sen bunu nasıl yaparsın denildi, ömrünün sonuna yaklaşırken dönmekle itham edildi? Hiç. Mesnetsiz. İhanet filan deniyor da, bu kurduğunuz gönül bağıyla, onu sevmişliğinizle gelen bir duygu, o kadar.

Bu, aynı zamanda kendimize dönüp bakmamızı gerektiren, aslında bir zayıflığımızı ortaya çıkaran burukluk yaşayışımızdır. Sanatını iyi icra eden, araştırmasını ciddiyetle yapan insanları, kendiliğinden kendi safımızda kabul etmemiz. Bizim insanlarımızı, ustalıkla, anlamlarıyla, tarihe geçiriyordu sahiplenişi. Bu niteliği haiz az sayıda isim, böyle bir kendini ortaya koyuş yaşadığında da, eksilmişlik duygusuyla, bir kaybetme öfkesiyle yaklaşmamız. Kısacası, ek bir sıfatın ağırlığını ekleyip, aydın kabul etmemiz.

Emekçi fotoğraflarına bir sanatsal belgesel çalışmanın nesnesi olarak bakabileceğini anlayamayıp, sınıfsal bir aidiyet kodlamamız.

Yok öyle bir şey. Bu kırılmaları, eksilmişlik yaşamaları önleyecek olan, kendi “angaje” sanatçılarımızı, bilim insanlarımızı, aydınlarımızı yaratmamız. Var olanları kendi hallerinde seyre dalmayıp, bağlar kurmamız, birlikte yürümemiz. “Yitirdiklerimiz”den öğrenmemiz, ama bize değer de katsalar, zenginleştirseler de, bağ kurduklarımıza olmadık nitelikler atfederek boşluk doldurma yanılsamasından çıkmamız. Nicedir, “yan cebimiz”, ya da doğası gereği sanat-muhalefet bağının kalmadığını, bunun bir örgütlenme emeği gerektirdiğini anlamamız. Tek tek avlayıp diz çöktüren müthiş bir kuşatmanın farkına varmamız.

Bunun sağlayacağı şey, ifratla tefrit arasında savrulmaktan da kurtuluş olur. Ara Güler’in insanların ve kentlerin hallerine tanıklık eden fotoğrafları bizim kefemizde duruyor, bizim hâlâ. Hâlâ onları olanca çarpıcılığıyla belgeleyen deklanşördeki parmağından öğreneceğimiz şeyler var.

Ne düşünmüş olursa olsun, onu buna iten hangi güdüyse artık, çok sevdiğini söylediği Erdoğan’ın fotoğraflarını çekerek sanatından vazgeçse de.

Kendisine fotoğraf sanatçısı değil, muhabir derdi. Haziran’da ayağa kalkan milyonlarda değil de iftar çadırında kayda geçmesi gereken haber görmüştü. Hiç değilse, Erdoğan’ın da altın klozetle samimi bir pozunu yakalayaydı desek ayıp, boşverin.

Yani büyütecek bir şey yok. Her sanatçıdan, her işini iyi yapandan aydın çıkacak beklentisi bitse, kârdayız bile.

Belki, ileride şöyle bir tarih sergisi açılır. Bakın denir, bunlar emekçiler, yoksullar, işsizler, ekmek kemiren çocuklar, bakın bunlar kapitalizmin dinamitlediği değerler, evler, sıcak yuvalar, kentler, bakın bu tarih, bakın bu insan ve yaşam... Hepsinde bir hüzün, endişe, kaybolmaya yüz tutuş da görülüyor ya hani. Ha işte, şu finalde gördüğünüz renkli fotoğraflardaki sakillik, bunların katili. O yüzden, hiçbir değer taşımayan çalışma olarak, vesikalık ibret gibi iliştirilmiş portföye... Sergi sahibi mi? Ha o Ara Güler.

İyi fotoğrafçıydı...