Otuz Yıllık Vesikalık

Sevgili Ayhan... Dinmedi, dinmiyor. Otuz yılın özlemiyle... 'Yirmi'lere dokunmadan anlatıyorum seni tekrar. Çünkü, değişmedi, değişmiyor... Babanın da haberini aldım geçenlerde. Hesabın sorulana kadar kesmeyecekti sakalını. Tesellim odur ki, yüzünde sadece tıraş kesiği vardı son gördüğümde. Ona da bir veda olsun bu, arkadaşımın babası da rahat uyusun...


Düşer aklına düşümüz gerçeğimiz,
Daha onaltısındayken
Daha eline bir kız eli değmemişken...

İnsan-öncesi tarih, dile gelmek için, insanı bekledi. Anlatılan ve anlatan insandı.

Toplumsal tarih, tarihe not düşülmemiş insanların kişisel tarihinin de toplamıdır. Ve kişisel tarih, toplumsal tarihin anlık parçasıdır. An, bir fotoğraf karesine dönüşürken, kişisel tarihle toplumsal tarih kesişir.

Yadırgamayın, ilk kez bu sayfalarda bir fotoğraf yer alıyor... bir vesikalık. Birinci tekil kullanmak zorundayım bu kez, yadırgamayın. Çünkü ancak ben anlatabilirim bu vesikalığı ve ancak benimle anlatabilir kendini bu vesikalık. Biliyorum, dilim dönmeyecek. Biliyorum, elim varmayacak. Biliyorum, beceremeyeceğim.

Çalışma masamın üzerinde uzun zamandır duran, sürekli göz göze geldiğim bir fotoğrafı iliştirdim buraya. Uzun zamandır... Yirmi yıldır... Tam yirmi yıldır orada... Bu fotoğrafın aynısı, yirmi yıldır, Zincirlikuyu'da bir mezar taşının üzerinde de duruyor. Bendeki biraz soldu, mezar taşının üzerindeki birkaç kez kırıldı, onarıldı...

O mezar taşında, doğum ve ölüm tarihleri arasındaki tireye sığan 16 yıl var. 16 yıl, hepsi bu. Bakın, bu fotoğraftaki çocuğun hayatı, 16 yaşındayken durduruldu. O, 1979 yılında öldü.

Latince bir adı varmış o bölgenin, raporda yazılıydı. Buz kesmiş bir ten üzerinde gezinen parmağımın dokunduğu, kulak memesinin hemen arkasındaki, tentürdiyotla açık kahve renk almış bir dairenin kuşattığı bölgenin, o mermiyle delinmiş kafatası bölgesinin Latince bir adı varmış. O Latince bir adı olan bölgedeki deliğe parmağımla dokunduğum gün anladım, kişisel tarihimde bir vesikalık fotoğrafa daha yer açıldığını.

Bu fotoğrafta gördüğünüz çocuk, 16 yaşında öldürüldü. Evinin balkonunda babasıyla iskambil oynarken. Tek kurşunla.

Bir fotoğraf, bir yüz, bir tarih, bir yaş. Bunlar, yaşanan bir hayat da demektir. Sureti karta basılmış olanın değil yalnızca, toplumun da yaşadığı hayat demektir. Bir fotoğraf: Vesikalık. Bir yüz: Ayhan Hınçal. Bir tarih: 1979. Bir yaş: 16...

Bu vesikalık, bir 'scanner'da tarandı... O çocuk, bu kelimeyi hiç duymadı. Bu yazı, bir bilgisayarda yazılıyor. O çocuk, hiç bilgisayar görmedi, "elektronik beyin" diye bir şey duymuştu. 16 yaşındaydı daha 1979'da ve bunlardan haberi bile olamadı. O çocuk, yalnızca bir kanal televizyon izledi, siyah-beyazdı ve bazı akşamlar yayın yapardı. O çocuk, CD diye bir şey bile görmedi, duymadı. Bugün yaşıtı olan çocukların anlayamayacağı bir şey bu belki de...

Ama o çocuk, çok daha büyük geleceklerin düşünü kurdu. Bugün yaşıtı olan çocukların anlayamayacağı bir şey de bu. Bütün bunlar olmaksızın, doya doya yaşadı bu fotoğraftaki çocuk. Büyük düşler kurmasına yetecek kadar dolu yaşadı.

Biz o çocukla, çamur zemine çivi saplamakta kullandık ellerimizi. Kıldan ince çizgiler çektik. Biz o çocukla, bulduğumuz asfalta tebeşirle, kireç taşıyla kavisli yollar çizdik, içine çamur doldurularak ağırlaştırılmış ve böylece kontrolü kolaylaştırılmış ve dış tarafı duvara sürterek parlatılmış gazoz kapaklarına fiskeler vurarak "yılan" oynadık. Biz kim bilir kaç kere "kurt" olduk, "çanak çömlek patlattık". Biz o çocukla, çattık pattık kaç attık akşamları. "Kuka"ları erişilmez mesafelere fırlattık. Mendil kaptık. Şimdiki, üstten kurmalı plastik olanlardan değil, özenle kaytan sarılan tahta topaçlardan vınlattık birbirimizin topacını "tam ortasına bir tane ekleştirip" kırmak için nişan aldık. Mors oynadık Tommiks Teksas'ına, tumba oynadık, çukur, zehir, kaptan oynadık... Sakızlardan fotoğraf biriktirdik, "duvar" oynayıp birbirimizi "yuttuk". Terli terli gazoz içerken yakalandık. Mahalle maçlarında ayakkabılarımızı paralayıp ceza olarak günlerce terlikle gezdik. Meyve çaldık, bostan talan ettik, bahçe sinemalarından dönüşte "çoban fenerleri" yaptık.

Biz o çocukla büyüdük, serpildik biraz. Bıyıklarımız terledi. Yoksulduk ya, boşver. Bir evde ikram edilen pastırmaya ayağa kalkıp selam durarak eğlendik. Amma çok âşık olduk, amma çabuk unuttuk. O çocuğun hiç sevgilisi olamadı. Hiçbir kızın elini tutamadı, dudağını öpemedi. Bunu bilemezdik. Onun için hep boşverdik, hep uzun eşek sevdasına, mahalle duvarı önündeki randevuları ektik... Ohooo, o yaşta ne şaraplar içtik her seferinde fitil fitil burnumuzdan gelse de... Sarhoş olup nara mı atmadık, o gün kime âşıksak onun kapısının önünde.. Lemi Amca'dan bir araba sopa mı yemedik...

Ve biz o çocukla kitaplar okuduk bir gün. Biz o çocukla, etrafımıza baktık bir gün. Sorular sorduk biz o çocukla. Yanıtlar aradık. Biz o çocukla marşlar söyledik, yürüyüş yaptık, duvarlara kırmızı harflerle düşüncelerimizi yazdık bir gün. Her şeyi herkesle paylaşmak istedik.

Bakın, bu fotoğraftaki çocuk, büyük düşler kuracak kadar büyümüştü. Bu dünyanın değişmesi gerektiğine karar verecek kadar büyümüştü. Bu kararın gereği neyse, o zaman, o koşul, o anlayışla yerine getirmeyi üstlenecek kadar büyümüştü...

Latince bir adı olan kafatası bölgesinden tek kurşunla vurdular, bu suretin sahibini. O, 16 yaşında öldü. Bugünkü yaşıtlarının hayatının doğal parçası sayılan şeyleri hiç göremedi. Bugünkü yaşıtları, onun dolu dolu hayatını hiç bilemediler.

Tam yirmi yıldır göz göze geliyoruz bu vesikalık fotoğrafla. O, başka fotoğraf çektiremedi. Bu toplumun fotoğrafı ise defalarca çekildi, defalarca değişti.

Bu fotoğraftaki çocuk, "vapur kaçırdı" ölmeden önce. Bir fotoğrafı da o zaman, kalabalığın içinden güç sezilir olarak gazetede çıktı. Yargılandı. O zaman, toplumun da bir fotoğrafı vardı. Bugün toplumun fotoğrafına bakıyorum da, Suadiye Vapuru eylemcilerinden olmak, "sosyete antikacısı"nın medyatikliğine malzeme. A, ne ilginç, ne fantastik! Peki öyleyse, şimdi pazarlama aracı olarak kullanılan "hey gidi"ci bir hayatın sahicisini yaşadı bu fotoğraftaki çocuk.

Küçükleri, yaşıtları, büyükleri... Bu fotoğraftaki çocuğa bakın. Fotoğraflar, bir tarihin anlarını da yansıtırlar. Vesikalıklar, genellikle, bir resmi iş için gereken araçlardır. Bir kimlik edinmek, gerekli bir evrak almak, bir başvuruda bulunmak, bir iş talebine eklenmek için çektirilen, insanların beklenti içinde oldukları durumların malzemeleridir. Ya da devlet, insanlardan bir beklenti içinde olduğu zaman, bu teknik kullanılır. Adı üzerindedir, bir vesika ekidir. Ayhan, bir vesikalık fotoğrafta duruyor yirmi yıldır. Yirmi yıldır, çalışma masamın üzerinde. Talep ediyor! Belgeyle istiyor!

Artık, bu fotoğrafa baktınız. O da size baktı. Toplam 16 yıllık bir hayat bu bakan. Durdurulmuş bir hayat. Kendi vesikalıklarınızla karşılaştırın onunkini. Her vesikalık, bir gereksinim için çektirilir. O, diploma için çektirmişti. Olmadı. Öldü. Kullanılamadı bu vesikalık. Ama büyük bir işlevi var hâlâ. Bu çocuk yüzü, bir toplumsal panorama çiziyor, geçmişiyle, bugünüyle. Bu panoramada yer alan insanları sorguluyor, kara gözleriyle.

16 yaşında öldürülmüş bir çocuğun yüzü, size ne düşündürür, bilemem. Baştan söyledim, bu bir birinci tekil yazıdır, yadırgamayın. Bu yazıdan önce duruyordu masamın üzerinde, bu yazıdan sonra duracak. Ve hep göz göze geleceğim. Attığım her adımda, söylediğim her sözde, yazdığım her satırda ona hesap vermeyi sürdüreceğim. Şimdiye kadar hiç kırgın bakmadı, ne mutlu. Bakmayacak, bakamayacak da, benden geriye de yalnızca bir vesikalık fotoğraf kalana kadar.

Hey, Ayhan'ın küçükleri, yaşıtları, büyükleri... Objektife sığan dünyanıza bakın zaman zaman... Karta basılmış âna değil, dünyanıza.

Albümler, kişisel ve toplumsal tarihi taşırlar. Bir vesikalık fotoğrafa çok şey sığar. Biliyorum, dilim dönmedi biliyorum, anlatamadım biliyorum, beceremedim...

Ayhan Hınçal... 1979'da 16 yaşında öldürüldü. Bunun fotoğrafını çekin! Albümünüzdekilerle yüzleştirin...