İsyancı, buruk bir bahar

Asaf Güven Aksel’in “ İsyacı, buruk bir bahar” başlıklı yazısı 13 Ocak 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Bir çevirmen olduğunu, çocukken fark etmiş Onat Kutlar. Öyleydi gerçekten. Bir dilden bir başka dile aktarmak değildi yaptığı. Bir dilden, o dilin gerçekte ne ifade etmek istediğine çeviriyordu sözleri. Evlerinin avluya bakan ikinci kat odasında, konukları Ticaret Mahkemesi Yargıcı, elindeki tüfekle ağaçtaki serçeleri vururken yapmıştı bunu önce. Ev halkının, bundan duyduğu rahatsızlığı, incelikli ve çekingen bir dille sezdirmeye çalışmalarına bir son vermiş, açık bir dile çevirisini yapmıştı, konuğun yüzüne karşı. Odada esen havadan, ciddi bir pot kırdığını anlamış, ama bu kendiliğinden edindiği “mesleği” sürdürmeye karar vermişti... Ve hep bunu yaptı sonra. Her dili, her araçla, çevirdi.
Öykülerde betimlemeler, filmlerde sahneler, oyunlarda koreografiler, müzikte tınılar, onun bu özelliğinden nasiplendi, bir diğerine yansırken. Toplumun gündelik yaşamı, siyasal gelişmeler, aşklar, ölümler hep böyle tanımlandı. Ve bir gün anladı ki, bu çeviri, kendi diliydi. “İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.” Bu dille konuştu, yazdı.

Onat Kutlar, bazen susarak kullandı bu dili. Bir küçücük salonda, senaryosunun yazımına katıldığı, Ali Özgentürk’ün “Hazal” filmi izlenmiş, sonrasında filmle ilgili bir sohbet yapılmıştı. “Hazal”, bir romandan uyarlanmıştı, feodal geleneklerin kıskacında boğulan bir kadının dramını işliyordu. Bu ücra köye, kadastrocular geliyordu bir gün. Yollar, binalar için. İnsani tragedyanın üzerine, inşa çalışmaları için patlatılan dinamitlerin gümbürtüsü düşüyordu. Burada “sembolize” edileni “kavramış” bir genç, küçük perde önü sahnedeki bir sandalyede oturan Onat Kutlar’a sordu: “Feodalizmden kurtuluş, devlet eliyle, kapitalizmle gelecek mi diyorsunuz?” Onat Kutlar’ın dili, bazen susarak çevirirdi bir dili, bir dile...

Kuşkusuz, bu anıyı da içine katarak, bir yazısında sormuştu: “Biz, sinema yazarları, yönetmenler, senaristler biraz kızardık size. Tatlı tatlı giden konuşmaların bir yerinde, salonun bir köşesinden parmak kaldırır, utangaç ama cesur ve tok bir sesle karşı çıkardınız: ‘Çözüm nerede?’ diye sorardınız çoğu kez. ‘Bir gerçeği saptamakla yetinecek miyiz?’ (...) Sokaklarda, arabalarda, gece kulüplerinde ve diskotek kapılarında, lüks semtlerin sinemalarında giysileri, tavırları, gülüşleri sizlere benzemeyen bir sürü genç insanla karşılaşıyorum. Özellikle benim sık sık gittiğim sinemalarda. Ama sizleri göremiyorum. Filmleri ve yeryüzünü doğru dürüst tartıştığımız yok. Ne oldu size? Neredesiniz?”

Bu soru yöneltildiğinde, yıl 1983’tü. Sonra, bir üniversitenin geniş salonunda, bir köşeden kalkan parmak, aradıklarının nerede olduğunu söylemişti: Cezaevlerinde, işkencelerde, sürgünde. Peki, demişti ek olarak, siz neredeydiniz? O yazısında söylediği gibi, yoksul ve kerpiç köy evlerinin kırlangıçları da vardı aramızda, kentlerin yeniyetme horozları da. Evet, durmadan tartışır, yeryüzünü bir forum alanı olarak görürdük. Sormuştuk bunu, kazağımız, kadife pantolonumuz, botumuzla.

30 Aralık 1995’te, başında “The” ekiyle Marmara Oteli’nin kafesinde bir bomba patladığı ve Onat Kutlar, 11 Ocak’a dek sürecek bir ölüm yolculuğuna çıktığında, zamanı geriye alma, hayatı çevirirken kullandığı üçüncü dilini artık öğrendiğimizi bildirme şansımız kalmamıştı. Payımıza, o kalkan iki parmağın kullandığı dili, buruk bakışla geri yansıtmasının ağırlığı düşmüştü.

“Ellerinde kovalar, sopalar ve zamklarla, uzun bacaklı yabancı kuşlar gibi gölgeleri geçen öğrenciler, duvarlara bir anıyı çiziyorlar: Yarın.” Geleceği anı olarak görmesine yol açan bir kırılma, bir umut yitimi değildi Onat Kutlar gerçeği. Güzün soluk kentinde, geçen mevsimlerin ölüsünü koymak için yapılan sağlam tabutlardan, her bahar fışkırırdı yeniden. “Bahar isyancıdır!”

Sinemanın, en çok sinemanın, ama öykünün, denemenin, şiirin kavşağında dururdu, kendine esen rüzgârla derinleşen yüzüyle bir adam.
Füruğ’dan bir dize çıkarsa yolunuza, bir zamanlar Sinema-Tek diye bir şey olduğunu anımsarsanız, sol memenin altındaki cevahire ilişkin dizeler zihninizde bir yüzle somutlanırsa, sinemanın şenliğine katılırsanız, bu dili öğrenmeye başlarsınız.

“Biz ekin adamlarıyız. Hiçbir zaman ne ekip biçtiklerini anlamadığınız, anlamak istemediğiniz çiftçiler. Öldüğümüzde karnımızdan kırk tane ‘gelecek yıl’ çıkar ama gene de ayağımız yeryüzünde, topraktadır. Tanrıyla hesaplaşırız. Ama yitirmeyiz yeryüzüne, insana olan inancımızı. Bu yüzden geçer gider tanrılar ama biz kalırız. Hakir ve aciz kullarıyız halkın, padişah değil, geda’yız. Ama gerçeği görür ve söyleriz. Sözün kılıcı kendi boynumuzu kesse de..”

Bir şiirinde, bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın. Öldürüldüğü yere anma törenlerinde konulan çelenkler, atılan çiçekler gibi. Bir dille, bir sözün anlaşılır olması gibi.

Bir tarz olarak, mektuplar yazardı Onat Kutlar. Posta kutunuza bir bakın şimdi...