Hoşça kal İlhan Selçuk

“Kapını bir gece ansızın polis vurmaz, bir tekmede kırmaz kilidi. Kapı yoktur, pencere yoktur, kilit yoktur, polis de yoktur. Pencere olarak yalnız İlhan Selçuk’un penceresi kalmıştır. İltica yoktur, sürgün yoktur. Ama ‘yüzüne sürgün olduğun’ o kocaman gözlü kadın sana karşıdan gülümsüyordur.”

1988’de, Doğu Perinçek’in -yanlış hatırlamıyorsam- Milliyet Sanat dergisinin açtığı “ütopyalar” yarışmasına katıldığı metninde, böyle bir bölüm vardı. Jüride yer alan, o dönem dizginsiz at oynatan neo-liberal “sol”culuğun yayınevi düzlemindeki temsilcilerinden birinin yöneticisi, aramış ve bunun bir “kara-ütopya” olduğunu, değerlendirmeye bile alınmasını engellediğini söylemişti bana. Anlayamayıp nedenini sormuştum. Uzunca bir metnin “içine gizlenmiş” bir paragrafta, İlhan Selçuk’un “pencere”sinin kalacağını söylemek, Kemalist cumhuriyet faşizminin gelecekte de olacağını söylemekti!

Çok değil birkaç ay sonra, kitap fuarında, o şenlikli toplumun, sivil “itaatsiz”liğin, ezilenlere pedagojik bakışın, mülke karşılığın savunucusu, kitap çalan bir öğrenciyi polise teslim ettiğinde, biz fuar alanına giren polisi protesto ederken, yanımızda İlhan Selçuk vardı...

Bu aslan parçası kardeşimiz şimdi nerede, ne yapar bilmiyorum. Ama, İlhan Selçuk’un ölümü karşısında birşeyler söyleme ihtiyacı duyuyoruz.

Kardeşi Turhan’ın yanına uzatılırken İlhan Selçuk, arkasından atılıp tutulanlara bakarken, nedense bu geldi aklıma.

Daha önce, Cumhuriyet meselesinde de neo-liberallere karşı kullanmıştım Regis Debray’nin bir sözünü. Daha doğrusu, onun Bernard de Chartres adlı düşünürden alıntıladıklarını. Che’yi eleştirel bir bakışla değerlendirdiği yapıtının girişine almıştı bu sözü: “Biz devlerin omzuna tünemiş cüceleriz. Böylece, onlardan daha iyi görebiliyor ve daha uzakları seçebiliyoruz. Gözlerimiz daha keskin, ya da boyumuz daha uzun olduğu için değil, sırf bizi havaya kaldırdıkları ve bizi devasa boylarının tüm haşmetiyle yükselttikleri için...”

Burada “ne devi, ne haşmeti” diyenler de, “evet biz sosyalistler olarak elbet daha uzun ve keskin görüşlüyüz” diyenler de çıkacaktır, haklılık payları da olacaktır. Mesele İlhan Selçuk değildir ama. Bu ölümün anımsattığı başka bir şeydir.

Aziz Nesin’in, ilkokuldan eve dönen çocuğun, babasına, “biliyor musun dünya yuvarlak” diye ilk dersini vermesiyle örneklediği hamlıkta davranmak, yalnızca birinin arkasından, bir konum belirleme soğukkanlılığı değildir. Her şeyi, ana rahmine düştükleri o anla başlatmaları, neo-liberal “sol”culuğa bakarken, işin, siyasal literatürün, ideolojik yerleşimin ötesinde kalan boyutudur. Ötesindedir, ama bu iki alanda da, gelinen ve durulan noktanın ipucudur. Siyasal ve ideolojik hamlık, bir insanî deformasyonla çevrimi tamamlar: Üzerinde yükseldikleri birikime saygısızlık.

Kuşkusuz, bir nice konu vardır ki, İlhan Selçuk’la bir araya gelmemiz mümkün değildir. Kuşkusuz, bir nice konu vardır ki, İlhan Selçuk’u ideolojik ve siyasal muarızımız yapar. Ve hayır, bütün bunların yanı sıra, “ölülerini hayırla yad eden”ler ekolünden değiliz. Sadece, İlhan Selçuk’un daha yukarısından ve daha ötelere bakarken, üzerine bastığımız omuzlardan birinin farkında oluşun gereğini yerine getiriyoruz.

Bu diyalektiktir. Bu materyalizmdir. Nicel birikime vefası olmayan nitel dönüşüm, tamamlanmamış demektir.

soL’daki haber ve yazılar, TKP’nin Cumhuriyet’e gönderdiği, o bir öncünün olgunluğunu harf harf yansıtan başsağlığı mesajı, üzerine çekebileceği bütün melanetlere karşın, hatta, yüzünden, bir nitelik meydan okuması olarak kütüğe işlenmelidir.

“Vefa”nın, tarihe ve tarihsel kişiliklere bakışta tuttuğu yerdir biraz da, siyasal izdüşümlerin turnusolu. Devrimci birikimin, kendilerini aştığı noktada ardında kalanlara bir kök olarak nasıl baktığı, geleceği ne kadar elinde tuttuğunun da beyanıdır. “Her şey bizimle başlar” dediğinizde, bitişinizi ilan etmişsinizdir.

Yalnızca İlhan Selçuk’un değil, bu topraklardan bizden önce geçmiş bütün bir tarihsel olaylar ve kişilikler üzerinden, kerameti kendinden menkul bir “ani bilinç sıçraması”yla atlayanların düşeceği, düştüğü boşluktur, Engin Ardıç’ta ifadesini bulan. Eline sağlık Erdemol, Ardıç’ı konu edinen, ama insanî deformasyonun ideolojik bir şey olduğunu genele gösteren yazın için. Ağızlarını açtıklarında Ardıç’a veryansın edecek olanların, tarihe geldikleri noktadan bakarak çalım atma sevdaları yüzünden, nasıl aynı safta kalacaklarını da gösterdiğin için.

İlhan Selçuk’u saygıyla uğurlamak, sosyalistlerin harcıdır. İlhan Selçuk’u çoğu konuda muarızları arasına alabilecekleri birikime onları ulaştıran temel taşlarına hakkaniyet duygusuyla bakabilenlerin, “bizim taraf”taki her zerreyi süzüp alabileceklerin harcı.

İlhan Selçuk’un “pencere”sinden bakınca ceberrutluk, darbe ve faşizm gören “keskin devrimci”lerin gözü, AKP’nin ampulünden yayılan çiğ ışıkla kamaştığı içindir, biraz diyalektikten, biraz tarihsel materyalizmden bahseden her kelimemizin üzerinde tepinilmesi. Olsun.

Mirasyedi hovardalığıyla, kendilerini her türlü tutamaktan azade, zembille inmiş hissederek ona buna burun kıvıranlarla, söylem düzleminde daha çok şey paylaştığımız düşünülse de, ayrı takımlarda oynadığımızın görüldüğü zamanlardır böyle dönemeçler.

Siyaset ve ideoloji, yalnızca bir tarih bilincinden ibaret olmayan, içeriğinde insanı insan yapan nitelikleri barındıran şeylerden alınan payla da karşı karşıya gelir. “Ahde vefa”, bu anlamda kaynaklarından sökülüp alınsa da, çıplak bir kavram haline getirilse de, altından inşa edilecek toplum projesine ilişkin bir duruş çıkar.

Bütün bir birikime iğdiş edilmiş zihinlerinde reddiyeler düzenlerle, keskin lafazanlık ya da toplumu dönüştürmek sapağında ayrılıyoruz. Denir ya, “işte bu, ideolojidir bayanlar baylar...”

Hoşça kal İlhan Selçuk... Bakınca görülenleri değiştireceğiz, evet, bu yüzden “pencere”n açık kalacak...