Günümüz Heidegger’lerine Anımsatmalar

Çağdaş felsefe tarihinin önemli isimlerinden Martin Heidegger, kendisini “Nazi işbirlikçisi” suçlamasına maruz bırakan duruşunu, ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla Der Spiegel’e 1966 yılında verdiği röportajda değerlendirmişti. Bu koşul gereği 1976’da yayınlanan açıklamasında, 1933’te Freiburg Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmeyi kabul edişini, “aksi takdirde bir devlet görevlisinin bu göreve getirilmesi tehlikesi”yle savunuyordu Heidegger. Yani, önemsediği tek şey için, üniversitelerde bilimsel faaliyetlerin sürdürülebilmesi uğruna, gönülsüzce, kabul etmişti.

Böyle başladı. Sonra, rektörlük konuşmasında, “onca terennüm edilen ‘akademik özgürlüğün’ zaten üniversitelerden çoktan kovulmuş olduğu”nu söyledi. 1933 öncesi özgürlüğü, “olumsuzluklar taşıdığından”, özgürlük sayılmazdı ki. Şimdi, üretmeden geçinip gitmek anlamı taşıyan bu özgürlüğün yerini, yaratıcı çalışmalar alabilir, üniversitelerde iyileştirme başlayabilirdi.

Böyle devam etti. Sonra, Hitler, Reich Şansölyesi oldu. Heidegger’i, “bu büyük ve ihtişamlı yola koyuluşu” selamlarken gördük.

Böyle bitti. Üniversiteleri ele geçirmesine karşı kendisini “ateşe atarak” rektörlüğü üstlendiği dönemin führerini selamlamaya varan bu süreçte, Heidegger’in felsefi görüşlerinin payı üzerinde çokça durulmuştur, ama, konumuz bu değil. Bir başka şeye işaret etmeye çalışıyoruz.

Freiburg öğrencilerinin yerel gazetesinde, “tezler ve fikirler varlığınızın kuralları olmasın. Alman gerçekliğinin bugünü ve geleceği ve onun yasası, yalnızca ve bizzat Führer’dir” sözlerine yer verilen Heidegger, bunun anımsatılması üzerine, “rektörlüğü kabul ettiğimde, uzlaşmaya gitmeksizin işin içinden çıkamayacağımı açıkça biliyordum” diyerek, önceki rektörün üniversiteden atılmasına yol açan “Yahudiler Konusunda Afiş”in asılmasına kendisinin de karşı çıktığı, ya da Nasyonal-Sosyalist gençlerin “siyasal bilim” önermelerini reddettiği gibi “direniş noktalarının”, bir büyük kuşatma altında kabullenmeye varacağını bildiğini gösteriyordu.

“Ama”, diyordu Heidegger, yine yukarıdaki sözlerine atıfla, “böyle cümleleri bugün kurmazdım. 1934’ten sonra bir daha bu türden bir şey söylemedim”...

Hitler’in yükselişini takiben Alman faşizminin yüzünün hızla açığa çıkışı, bu felsefeciye, 1933’ün söylemleriyle paralel bir duruş yolunu erken tıkamıştı. En azından, açıktan savunamaz kılmıştı.

Peki, tekrar edelim, felsefi görüşlerine değinmeksizin, bilimle, felsefeyle, “Sein und Zeit”ıyla uğraşan bir düşünürü, akademisyeni, uçlara savrulmuş eleştirilere kulak tıkasak ve anlamaya çalışsak bile, faşizmle bu flörte sürükleyen neydi?

“O sıralardaki inancım öyleydi.” Size basit gelebilir, ama anahtar niteliktedir bu söz. Heidegger, 22 siyasal partinin yarattığı genel kargaşa, kaotik kriz ortamı, kitlesel memnuniyetsizlik altında, “daha olumlu görünen, yeni birşeyler duygusu, farklı bir yola çıkış umudu yaratan” bir kutuptan yana tutmuştu safını. “İnanıyormuş görünmek için değil, bu olabilirliği gerçekten gördüğü için.”

“Eski sistemle hesaplaşma”, Heidegger için kısa süreli bir avunma olabilmişti. Faşizm yüzünü gösterdiğinde, bu düşünürden geriye, Yahudi yazarların kitaplarının üniversite önünde yakılmasına izin vermeme avuntusu, ya da boş bir kabuk kalmıştı. Bir de tamamlama fırsatı bulduğu çalışmaları...

Buraya kadarki öykünün nasıl bir analojiye yol açacağı, okurun algısına kalmış. Ben, siyasal duruşunun, felsefi önermelerinin üzerinde ciddiyetle durulması gereğini ortadan kaldırmadığını ve bu açıdan önemini azaltmadığını not düşüp, bir başka sözünden hareketle konudan ayrılacak ve farklı bir noktaya geleceğim. Heidegger, “o an için, başka bir alternatif yoktu, değişim dinamiklerinin başka bir merkezi yoktu” der.

Umudunu, alternatifini yitirmiş aydının var olan içinde bazı kırıntılar bulma avuntusu, bunlara gözlerini dikerek, üzerine gelenin ne olduğunu görmesini engelleyebiliyor.

Heidegger’i akılda tutup, manzarayı değiştirelim.

Bir tanıdık, “12 Eylül çocukları 12 Eylül’ü yargılayamaz” kampanyamıza çemkiren mesajında, “en hakiki solcular kusura bakmasın” diye dalga geçiyor ve ekliyordu: “Ben orada olacağım. Çünkü bir avuntuya ihtiyacım var...”

Aslında ruh halinden, siyasal mevzilenmeye geçişin, Hediggger’deki gibi anahtar cümlesi bu, bir kesim açısından. Avuntuya ihtiyaç duymak... Hitler gibi, AKP ve yandaşları da, işte bunu çok iyi kullanıyorlar. “İyi niyetlilerin”, karşıdevrime alkış tutarken, devrimci mücadele verdiklerini sanmaları illüzyonu, bu ihtiyaçla, muhtaçlıkla yaratılıyor. Yenilgi ve diz çökme ruh hali, kırıntılardan yemlenmeyle zafer duygusunu besliyor.

İnsancadır. Anlaşılabilir.

Elbette burada, siyasal iktidarın, cemaatin, DSİP benzeri gönüllü uşakların bilinçli edimlerinden söz etmiyoruz. 12 Eylül’ün “yargılanmasında” bu tanıdık gibi bir teselli parçası bulanlardan, oraya “bu oyunu bozmaya”, bizim kampanyamızda söylediklerimizi “orada onların yüzüne çarpmaya” gidenlere kadar uzanan yelpazenin durumuna bakıyoruz.

Başbakan’ın kahvaltı sofralarına kurulan aydınlarımızın bir kısmı gibi. “O sofrada, eleştirilerimizi ok gibi fırlattık!” Nerede? O sofrada! Vaktiyle de söylemiştik, bir aile fotoğrafında yer aldıktan sonra, verdiğiniz pozda yüzünüzün asık olmasının önemi yoktur. Ailenin farklı bireyi! Bu mudur avuntu?

Ne dedi ailenin başı? Bize inanmamışlardı, referandumda hayır demişlerdi, işte şimdi gördüler, kapımızda kuyruk oldular. Kim her zamanki gibi efendiyi tekrarladı? Doğan Tarkan. Yetmez ama evet deyince bize saldıranlar, şimdi mücadelemizin sonucu, mahçup olup sıraya girdiler. Ne dedi Alper Görmüş? Ha şöyle, adam olun. Zaman’ı, Vakit’i ne manşet attı? Halk darbecileri yargılıyor, büyük izdiham!

“Oyunu bozmaya” gidenler, bu fotoğrafta, “oyunu kuranlar”la birliktedir. Verilen profil budur.

“Hem ağlarım hem giderim” diye bir söz vardır, gönülsüz gelinler için kullanılan. Bu gönülsüzlüğün, içten içe bir kabullenme barındırdığını anlatırdı. Çok gönüllü sanılmasın nazı da içerirdi.

Kuralları ve sonucu belli bir oyuna, onu bozmak üzere katılmak! Özeti? Oyuna katılmak.

“Böyle yargılama olmayacağını teşhir edeceğiz!” Orada olmanızın, izdihamda bir çentik ötesinde teşhir işlevi oldu mu? Orada olmasanız da yaptığınız, yapabileceğiniz açıklamalardan gayrisi var mı?

“AKP yargısı, cunta dönemi yargısından daha antidemokratiktir diye haykırdık orada!” Nerede? Duruşma salonunda! Yargıçlar gözyaşları ve nedamet içinde kürsüden inerken mi?

Fotoğraf budur “katıldığınız oyun”da, sevgili “oyun bozucu”lar. Gelin bir adım daha atalım, bahaneleri bırakıp.

Avuntuya ihtiyacınız var. 12 Eylül’ün bütün yaptıklarına hıncınız var, öfkeniz var. Karşılığında, bir devrimi örgütlemek, 12 Eylül’ü sonuçlarıyla, kurduğu sistemle, o sistemin bugünkü yürütücüleriyle birlikte tarihe gömmek, böylece hesap sorabilmek umudunuz yok. Önünüze atılmış iki cesedin göstermelik yargılanmasına razısınız alttan alta. Bir öç alma duygusu yaşatıyor size bu. Daha fazlasını talebiniz palavradır yetinir, mutlu olur, kendi çalışmalarınıza içiniz rahat dönebilirsiniz. Çünkü, “daha fazlası”, gelip size bu kırıntıları atanlara, siyasal rejime dayanacaktır ve böyle bir derdiniz de, umudunuz da, gücünüz de kalmamıştır. Bu size bahşedilmeyecektir.

28 Şubat operasyonlarıyla, aynı sahneler tekrarlandı. 12 Eylül yeminin iştahla yutulmasının ardından, “Yahudiler Konusunda Afiş”in Freiburg Üniversitesi duvarlarına asılması adımının yerli versiyonu devreye girdi. Siz iki cesetle oyalanın, biz işimize bakalım dedi iktidar. Bu da saydığımız kesimin alkışlarıyla karşılandı. Demokrasi! İnananların Kemalist zulümden öç alması!

Faşizm, adımlarını genişleterek, işte bu yollardan atar. Eğitim sistemini, her doğurulan üç çocuğu kendilerince biçimlendirecekleri hale getirmelerine, ne olup bittiğini anlamayan gözlerle bakıp, sıra, sanat manifestolarına, Şehir Tiyatroları’na geldiğinde, bunların bir bütün olduğunu göremeyenler, “a aa! işte bu olmaz!” deyiverdiler. Olur olur. Yarın iki subay daha atarlar önünüze, iki “açılım” daha serperler üstünüze, olur.

Ne diyordu Heidegger? O an için başka dinamik yoktu...

İnsancadır. Anlaşılabilir.

Heidegger de anlaşılabilirdi. “Leipzig 1933” yargılamalarında savunmaya kulaklarını tıkayanlar da anlaşılabilirdi. Ama işte ne yaparsınız, kimse onlara niyetlerini sormadı yıllar sonra, o acımasız kaydedici olan tarihe, faşizmin işbirlikçileri olarak geçtiler.

Şimdi size bir tiyo verelim. Birkaç gün sonra, 1 Mayıs. Taksim Meydanı’na, bir kortej girecek. Padişah’a, Führer’e, bir çift sözü olanların korteji. Boyun eğmeyenlerin, bu ülkeden karanlığı devrimle süpürüp atacakların korteji. Umudu ve mücadele gücü olanların, sosyalizm bayrağını göndere çekenlerin korteji. Avunmalara karşı uyaranların korteji. İşçi sınıfının sermayeyi, gericiliği, faşizmi yeneceğine inançla dolu bir kortej.

Gelin, bir fotoğraftan silin kendinizi, bir başka aile fotoğrafında yer alın. Bu korteje, Türkiye Komünist Partisi saflarına girin.

Acımasız bir kaydedici olan tarih, bir gün size, “bunlar olurken ne yaptınız” diye sorduğunda, “şimdiki aklım olsaydı” yazıklanması yaşamayın. Ne de olsa, Heidegger, önemli bir düşünürdü. Sizin hükmünüzü, hiç sormadan verirler...