Gericiliğe demokrasi yok!

Yanından yöresinden dolanmayalım. Elbet, AKP’nin oylarının erimemesinde, “yeşil sermaye”nin çok ötesinde yarattığı “zenginleşmiş tabaka”nın ve bunların nüfuz alanlarının etkisi vardır. Tamam, artan kırıntılardan, kömür, makarna, çeyrek altın diye uzayıp giden, sadaka da değil, padişah ulufesinden çöplenmeye avuç açar hale düşüren bir dağıtımcılık söz konusudur. Tabii, medyanın önemli bir bölümünü kontrol altına almıştır, buradan tek yanlı propagandayı sürdürmektedir. Kuşkusuz, sıcak para girdisini şimdiye kadar sağlama maharetiyle, işadamlarının gözünü diktiği ekonomik göstergede durumu idare edebilmiş, istikrar hissi uyandırmıştır. Kabul, belediyecilik alanında, kentsel duyarlılığı gözden çıkarmışlarca onaylanan ve rant yaratarak zinciri genişleten tasarrufları olmuştur.

Benzeri bir dizi saptama, “90 yıllık zulüm”den rövanşı sağlam almış bir dinci gericiliğin toplumun büyük bir kesimine nüfuz edişinin üzerinden atlanarak durumu açıklamakta çok eksik kalıyor. Zenginlere ekonomik çıkar çarkından daha geniş yaygınlık, yoksullara şükür zerkiyle sağlanıyor.

“Sakal-ı şerif”ten mabad kıllığına giden yol, yalnızca dört çekerden ya da bir paket makarnadan geçmese gerek. O “kentli, deniz görmüş laik beyaz”larla taşranın Erdoğan’a hamdedenleri arasındaki ayırım çizgisi, bilanço göstergeleri ya da iane yaygınlığıyla çekilebilir mi?

Dinci gericiliğin örgütlenme özgürlüğü, ekonomik ve sosyal liberalizmin bir olmazsa olmazı ya da ihmal edilebilir özelliği görüldükçe, bugün AKP, yarın yıpranmış Erdoğan yerine bir lider ya da parti eliyle süregelecek soluk alanlarının daralması engellenebilir mi?

Türkiye solu, gerici örgütlenmeyle her alanda aydınlanma temelli bir mücadeleyi, “birkaç tık” yukarıya çekmek zorunda. Bugünden yarına olacak iş değilse de, genel bir “gericileşme” propagandasından, somut mevzi savunularına sıçranması gerekiyor. Ve bugün, AKP kitlesini “anlama, empati kurma, kazanmaya yönelik dil tutturma, aman laik elit gibi görünmeme” vesaire, hikâyedir, tavşan boku aydın fantezisidir.

Kazanılmaları dönüştürmekle, zihinlerini özgürleştirmekle, bu da hipnotize edildikleri inanç sistemleriyle kavgayla mümkündür. İdeolojik bir yarılmanın varlığı görmezden gelinemez. Sularına gidilerek kazanılan, yurttaş olmayacaktır, kul zihniyetine onay olacaktır.

Bunun zorunluluğu, yaşanan süreçten de bellidir.

Binyılların köklü inanç sistemlerinin Türkiye’ye özgü kullanım biçimiyle gündelik yaşama müdahale etme ve toplumu kuşatma girişimlerinin,

Cumhuriyet’in “laik yurttaş” inşası zorlamasına karşı gelişmesi 1950’lere uzanıyorsa da, buna “sol” liberallerin açıktan eklemlenmesi, 12 Eylül’ün dini sola karşı dalgakıran olarak devreye sokmasıyla eşzamanlıdır.

Nilgün Marmara için “dünyayla yaralı” tanımı yaparken, İsmet Özel’in de “Cumhuriyet’le yaralı” olduğunu söylüyordu, aslında bir “karaşın” olarak kendisi de biraz öyle olan Ece Ayhan.

Yarasını, iradi olarak dünyayı terk etmekle sardı Nilgün. Cumhuriyet’le yaralılar da, onu terk etmekle sarmaya yöneldi.

Cumhuriyet, taşıdığı birden fazla anlamla, değişik yaralar açmıştı evet. Bunlardan biri, kavramsal karşılığında içkin olan niteliklerinden kaynaklıydı.

Dinsel referanslara ve kulluk felsefesine dayalı bir yaşamın savunucuları olan kesim açısından, bu kavram, kurum ve zihniyet olarak siyaseten tasfiyeleri anlamına geliyordu. Hemen her cephede yol açtığı dönüşüm ve bu dönüşümün zorunluluğu olan kısıtlamalarla, varlıklarını ve süregelmelerini tehdit ediyordu.

Bir diğer kesimin yarası, adına Türkiye Cumhuriyeti denilen özel bir sistemle ilgiliydi ve bu sistem, onlarda ulusal baskıyla, askeri vesayetle, inançlara saygısızlıkla, kirli ve zalim olmakla tanımlanan bir iz bırakmıştı sadece.

Bugün ikincileri, yani özgün bir sistem pratiği olarak Cumhuriyet’le yaralıları, kavramsal Cumhuriyet’in yaraladığı birincilerle buluşturan, tanımlarındaki bu seçicilikti.

Birinciler için doğaldı, laik Cumhuriyet’le ölümüne kalımına bir zıtlık.

İkincilerin elinde de, seçmece tanımlardan ibaret perspektifleri nedeniyle, “aşma”nın yerini almış bir “yıkma” arzusu kalmıştı.

Cumhuriyet’e karşı olan her şey olumlanmaya başlanmış, ne için, hangi yönde gibi sorular geçerliliğini yitirmişti. Pozisyon, gidene karşı cepheye göre alınıyor, gelenin ne olduğu üzerinde durulmuyordu.

Dolayısıyla, bugün eskinin olanca yüklenmeyle elde ettiği erke, bir yıkımı alkışlamak üzere katılmakta, tarihten rövanşı almanın parçası olmakta beis görmemişlerdi.

Bunun “ulusal inkâr ve imha” fenomenine dayalı üretilen kimlik siyasetleri, özel olarak da Kürt sorunu noktasında oynadığı rolü haftaya bırakarak, sadece dinci gericiliğin payandasına dönüşen “liberal aydın” tezlerine kaynaklığı üzerinde duralım.

Darbe ortamının “özgürlük” ve “demokrasi” özlemlerine doğurduğu yaygınlığı, üniversitelerde türban serbestisi noktasından girerek kullanmaya başlayan dinci gericilik, Cumhuriyet ve Kemalizmle ilkesiz bir hesaplaşmaya soyunan “sol” destekle, meşruiyet alanını genişletti.

Sorunu “kişilerin yaşam tarzı özgürlüğü” noktasından ibaret gören herkes, ülkedeki güç ve olanak dağılımının binlerce yıllık ideolojiyle birleşimini görememekle bugünlere gelinmesinde rol oynadı.

28 Şubat’ın cılız itirazındaki hesap hataları, AKP’nin zeminini sağlamakla sonuçlandı.

Burada, “sol” destek de devreye girdi. Ceberrut Cumhuriyet’e karşı, Refah Partisi’nin yanında konumlanan liberaller, tekkelere, tarikatlara, Kuran kurslarına özgürlük talepleriyle, yaralarını gericilikle birleştirdiler.

Sivas’ta Aziz Nesin halkı tahrik etmişti onlara göre. Türban, bir giyim seçimiydi. Tarikatlar, sivil toplum hareketleri olarak serbest bırakılmalıydı.

Cumhuriyet’in “kadük” yasaları değişmeliydi. İmam hatipler pıtırak gibi bitmeliydi. Şeyhler şıhlar, kanaat önderleriydi. Cemaatler, resmî din tekelini dağıtmakta önemli araçlardı.

Buna, sözde “laik”lerin, her lafa “elhamdülillah, biz de...” diye başlamaları, “gerçek İslamiyet” üzerinden Kuran hükümlerini referans alarak dincilikle “mücadele” etmeleri de ekleniyordu.

Berbat programları “halk bunu istiyor” diye kakalayan televizyoncular gibi, kendilerine verilenle imal edilen toplum olgusunu anlamaktan aciz ayağına yatan ve egemen sistemin savunusuna azınlıktan girişen, “halka rağmen”ciliğe karşı sistemin yönlendirmesini olumlayan aymazlar doldu ortalık.

Bütün bunlarla açıktan bir hesaplaşmaya girişilmeden, gericiliğe her özgürlük talebinin, yurttaş karşısına dikilecek bir kullukla, bir tebaa, körlemesine itaatkâr bir toplulukla sonuçlanacağını her zamankinden fazla deşifre etmeden, rakı bardağında boğularak laik duyarlılık geliştirilemez. Bu ölümcüldür!

AKP seçmenine hakaretamiz sıfatlar yüklemek, “aptal”lıklarından dem vurmakla yetinip öfkelenmek, eğitim sistemi dahil yaygın örgütlenmeyle dinin alıklaştırıcılığına maruz bırakılmış insanlar üreten bir yapılanmayı hafifsemek olacaktır.
Sorguyu devre dışı bırakan inanç sistemleri, bugün ne yaparsa yapsın itaat eden bir kitle vermiştir AKP’nin eline. Bu AKP ya da başka bir partiyle sınırlı sorun değildir, geleceğin öznesi olacak kendi insanlarımızla ilgilidir.

CHP’nin de cemaat üzerinden ve tıkız stratejilerle eklemlendiği dinci gericiliğe karşı mücadele, gün geçtikçe yakıcı hal almaktadır.
Varsın liberalleri, sosyal demokratımsıları, mahallenin bakkalı feryat figan etsin, kişisel kanaat ve vicdanın, serbestçe ibadetin sınırlarını aşarak örgütlenen dinciliğe demokrasi yok!