Engin Ardıç Yaşamalı mı?

Böyle soru başlıkları, genellikle içerikte başlığı olumsuzlamaya vesiledir. Ya da içerik, soru tekrarıyla sonlanır. Ama, bu içerikte, “yaşamalı” olumlaması işlenecek.

Kibarcası “yaşamamalı”, hakçası “gebermeli” dediğinizde, muarızınızın memnuniyet duyacağı düşkünlük durumları vardır çünkü. Ve mesele, biyolojik canlılığın sürüp sürmemesinin ötesindedir.

“Gölgesinden daha hızlı” olan Red Kit’in maceralarında, hapishanenin bekçi köpeği olan sempatik Rin Tin Tin, “gölgesinden daha aptal” olarak tanımlanır. Başta Joe Dalton olmak üzere, kendisini zerrece kaale almayan haydutları, “kendisini çok seven sahibi” olarak algılayıp sürekli onlara yaranmaya çalışan bir zavallıdır Rin Tin Tin. Gene de seversiniz, çünkü bilirsiniz ki, o, hem sempatik, hem gölgesinden daha aptal bir köpecik olarak çizilmiştir senaryoda, rolünü oynamaktadır.

Rin Tin Tin’le, mesela, Emre Aköz, Hadi Uluengin, Melih Altınok gibiler ve özellikle de Engin Ardıç arasındaki fark da buradadır. Antipatik ve zekidirler. Sahipleri, efendileri tarafından takdir edilecek bir nitelikleri, bir ağırlıkları olmadığının bilincindedirler. Kaale alınmadıklarının farkındadırlar. Senaryoda paylarına başat bir rol düşmemiştir.

Ama içgüdüsel olarak, yaranma aşkıyla yanıp tutuşmaktadırlar. Bir aferin, bir kemik, bir baş okşanması beklerler umutla. Rasim’ler, Roni’ler, Mehmet’ler çok daha işlevsel olduklarını gösterdikleri ve göze girdikleri için, dilleri dışarıda, peşlerinden koşarlar. Bizi de gör sahip! Takdir eden bir bakış, bir “kuçu!” seslenişi bari! Ağlamaklı sesler çıkarırlar, mızıldanırlar, ama olmaz bir türlü.

O zaman, sahiplerine bir kötülük edebileceğini düşündükleri kim ve ne varsa, ona en canhıraş biçimde havlayıp hırlayarak puan toplamaya çalışırlar. Bak biz seni ne biçim koruyoruz! Bir süre sonra, karakterleri bundan ibaret kalır bu sevilmeye muhtaçların. Bununla beslenmeye başlarlar. Yaşam amaçları bu olur.

Ne kadar “hoşt!” denilirse hırladıklarınca, o kadar vazifesini ifa etmiş görürler kendilerini. Nefretle susuzluklarını giderirler, aşağılanmayla karınlarını doyururlar.

Rin Tin Tin komiktir, bilinçsizliğiyle. Bunlar mide bulandırıcıdır, bilinçleriyle.

İşte bu yüzden, “geberesice” demekle başlayıp, aklınıza gelebilecek bütün kötücül sıfatları yağdırsanız suratlarına, onları yağlı kemikle ödüllendirmiş olursunuz. Bir işlevleri olduğu kuruntusuyla sallanır kuyrukları. Öyle iyi koruduk ki sahibimizi, bize küfrettiler, ölmemizi bile istediler!

Yok yok, yaşayın siz, çok yaşayın. Çok yaşa sen Engin Ardıç. Öyle çok yaşa ki, bir gün göbeğini bize açıp, önümüzde yuvarlandığını görsün herkes. Anlasınlar ki, bir fikir, bir ilke değil seni şimdi böyle havlatan, sadece efendisiz yaşayamama güdüsü.

Baş okşamayan efendiye kötülük yapabileceklere sürekli bir hırlama hali, zaman zaman, şaşırtıcı bir yeteneğe yol açıyor. Evet evet, şaşırtıcı yetenek. Bu uğurda alçalmanın gelip dayanacağı nokta herhalde budur dediğiniz, artık dibi bulduğunu düşündüğünüz an, bakıyorsunuz, hızla kazan patileriyle, hayır diyor size, yanıldınız, dipsiz bir çukur olacağım! Şaşırıyorsunuz... Onlar da şaşırıyor, gene mi hak etmedik bir kemikçik?

Son olarak, tarihin yağmalanmasına karşı çıkan TKP’lilere hırladı Engin Ardıç. Satılan her değer, onun gözünde ilerleme olduğu için, niye karşı çıkıyorsunuz dedi, hızlı trenlere yavşadı...

Değer... Anahtar kelime bu, sevimsiz köpeklerin ruh halini anlamak için...

Birkaç gün önce, Rosenbergler üzerine bir makale yazdı Ardıç. "Hay Sizin Rosenbergler'inize" başlıklı bu yazıdan aylar önce de, girişte bahsettiğim, başlığı olumsuzlayıcı içeriğe uygun bir yazısı vardı: "Rosenbergler Ölmemeli... mi?" Şehir Tiyatroları’nın, Alain Decaux imzalı “Rosenbergler Ölmemeli” oyununu sahneleyeceğini haber almıştı. Elbette ölmeliydiler diye salya akıttı. Rus casusuydular. Atom bombasının sırlarını verdiler. Masumdular demek, KGB’nin propagandasına kanmaktır! Ama daha önemli ifşaatı şuydu efendisine: Bunu sahneye koyuyorlar ki, McCarthy dönemi üzerinden, bugünkü AKP iktidarının yargılamalarına bok atsınlar... Solculuk yapıyorlar bunlar, arz ederim efendim!

Ah, yok mu iki ayağı üzerinde “hop durmuş” şu bekçiye bir şeker!

Dibi bulamıyor şaşırtıcı bir yetenekle demiştik ya, McCarthy dönemini savunmaya, CIA belgelerine, FBI yargılarına iman etmeye kadar varılabileceğini düşünebilir miydiniz? ABD yasalarına uygun olarak ölmeliydiler diyebileceği bir canlı formun, aklınıza gelir miydi?

Uzun uzun yaşa sen Engin Ardıç, uzun uzun yaşa. Örnekleri çok görüldüğü gibi, gençlerin, kadınların, işçilerin, memurların, devrimcilerin tükürükleriyle beslenerek yaşa böyle, bütün seviyesizliğinle, lakabına uygunluğunla. Yaşa ki, arkandan, AKP’yi yalayarak, faşizme yaltaklanarak, sermayeye yaranarak öldü denilemesin. Yaşa ki, aslolanın bir efendi olduğunu, bunlardan da çark ettiğini, öpecek yeni etekler bulduğunu görsünler de, böylesi bir değer bile atfedilemesin sana. Yolunda ölünecek hiçbir şeyin olmadığı geçsin tarihe.

Anahtar kelime “değer” demiştik. Ardıç’ın meselesi, işte nah buraya yazıyorum, atom bombasını verdiler mi vermediler mi, suçlu muydular suçsuz mu değildir. Tayyip’im efendime sataşacaklar meselesi de değildir. Bu kelimedir.

Babasını da dahil ettiği bir kuşaktan beridir, uğruna ölünecek şeyler olmasıdır onu hırlatan. “Hayatını bir vehme adamış bunak”tan gelen travmayla, kendisini bugünkü efendileri dahil, hiçbir şeye adayamamanın sinikliğidir karakterini çatan.

Bugün ölümü, mahpusu göze alanlar, 60 yıl önce ölüme gidenler, kabullenmeyenler, itiraz edenler, Ardıç’ın sefil varlığına en derin yaraları açmaktadır. “Entellektüel sorgulayıcılıktan dolayı” türünden kalkanları tutacak mecal yoktur kolunda, kelimenin her anlamıyla “değersiz”dir sadece zavallı. Kendi değeri yoktur, savunacak değeri yoktur. Edilen küfür, suratına patlayan öfke, canına susamışlık, güçlendirir onu, bu değerlere şahit olmasıdır asıl çektiği ceza...

Aynı cümle içinde kullanmaktan utanıyorum, kıyaslamaya girmekten utanıyorum, Rosenbergler’in hatırası adına. Ama onlarla, bizlerle, Ardıç’ı, Aköz’ü, Uluengin’i ayıran ve onları, kurulu düzen adına bize düşman eden, bizi onlardan tiksindiren, işte budur.

İtiraflar varmış, hatırat varmış, KGB yalancıymış, CIA doğrucuymuş... Geçin bunları. Rosenbergler af dilememişti, canının derdine düşmemişti. Kafalarının alamayacağı budur asıl, ağızlarını köpürten budur...

McCarthy döneminde de, Türkiye yakın tarihinde de, af dileyen, ihbarcılık yapan, diz çöken, iktidarın emrine giren çok görüldü. Ama onların hiç değilse, kendini kurtarmak, canını korumak, işini kaybetmemek gibi gerekçeleri vardı ihanetlerine. Ardıç gibiler, bunlara kıyasla daha aşağı mertebededir, varlıkları hiçbir şey ifade etmediği için üzerlerinde bir tehdit bile yokken, tamamen içgüdüsel bir alçalmayla, havayı koklayarak iktidarın paçasına sürtünmüşlerdir. Ama bu kimseyi yanıltmasın, bir başka sopanın kalkacağını sezdikleri an, satacaklardır efendilerini. Gerekçeli hainler, düştükleri yerde kaldılar bari, bunları yarın önümüzde takla atarken görmeyeceğimizin garantisi yoktur.

Aşağıda, yaklaşık üç yıl önce, soL dergisinde yayımlanmış bir biyografiyi, yeniden paylaşacağım. Rosenbergler neden öldürüldü değil, nasıl öldü tokatını, 60 yıldır suratından silemeyenler, acıyla ulusun biraz daha diye...

Rosenbergler böyle ölsün, ama sen Engin Ardıç, uzun uzun yaşa, boyun eğmeyenlerin etinde açtığı cılk yaralarla...

* * *
Rosenbergler’i aklımıza getiren…

Çok bilinen isimler, çok bilinen bir olay… Üzerine yazılanlar, düşürülen mısralar, söylenen şarkılar da öyle. Gene de, “bildik bir öykü” denilemiyorsa, Anday’ın “değil bu, anılacak şey değil”den, “değil, unutulur şey değil”e geçişte dediği gibi, “apansız”, “çaresiz” geliyorsa akla, sadece kişilerle, olayla ilgili değil demektir Rosenbergler’in anımsattıkları. Ethel’i unutun, Julius’u unutun, haklarındaki suçlamayı unutun isterseniz. Hatta, idamlarını da. Eğer bir duruşu anımsıyorsanız bu duruşu arıyor, öneriyor, savunuyorsanız, bunun bir ayrıntısı olarak görebilirsiniz hepsini. Yani, o müthiş, o ezberinizdeki şiirin şu dörtlüğünden çıkarsanız yola, diğer dizelere nasılsa uğrarsınız: “Nice aşklar, arkadaşlıklar gördüm / Kahramanlıklar okudum tarihte / Çağımıza yakışır vakur, sade / Davranışınız geliyor aklıma…” Davranış! Duruş! İyi de, isimlerden, olaylardan bağımsız olur mu ki bunlar? Çizdiğiniz güzergâha bağlı.

Bir telefon durduğu bilinir, ölüm hücresinin kapısında. Ahizesi kaldırıldığı an, infazı durduracak özel bir telefon. İdamını bekleyen iki kişiden birinin elini uzatması halinde, hayatlarını kurtarabilecek bir telefon. Kullanılmaz. Bir telefon da, Washington’da durur. Beyaz Saray’da. Çalması beklenen bir telefon. Çalmaz.

İdama mahkûmların hayatlarını kurtarabilir, biri açılacak, biri çalacak iki telefon. Ne açılır biri, haliyle, ne biri çalar. Yaşamaktan daha önemli şeyler olduğu için. O telefonlar arasında bir bağlantı kurulursa, “suçlu” olduklarını kabul etmiş olacaktır mahkûmlar. Beyaz Saray, hem haklı olduğunu ilan edecektir, hem mahkûmların hayatını bağışlayacak kadar alicenap olduğunu. Ölmeyi tercih ederler.

Aslında, Temmuz 1950’den Haziran 1953’e kadar, sıkça tekrarlanan bir tekliftir bu, “itirafla hayatta kalma”. Ama, bunlara kulak asmamanın, son teklifi reddetmekten bir farkı vardır. Haklarındaki suçlamaların düzmeceliği ayan beyanken buna cüret edemeyecekleri umudu, ABD ve uluslararası kamuoyunda yükselen tepkiler, dört kez infaz kararının ertelenmiş oluşu, lehlerindeki kanıtların gün gün ortaya çıkışı, aleyhlerindekilerin gün gün çürüyüşü gibi etkenler, “McCarthy” adına yüklenmiş ABD faşizminin bile uymak zorunda kalacağı kurallar beklentisi, iş gelip ölüm hücresindeki telefona dayandığında, artık geçersizdir. Çıplak bir seçimdir, şimdi karşı karşıya kalınan. Ve hiç duraksamadan verirler kararlarını. Telefonu kullanırlarsa, biri 6, biri 10 yaşındaki çocuklarına ulaşabilecekleri kozunu da oynarlar, sevgilerini diz çökmelerini sağlayacak biricik nokta olarak görüp. “Peki ya suçsuzluğumuza inanan onca insan? Onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Satar mıyız hiç onları!” yanıtını alırlar.

Lanetlenmiş bir lütufa başı eğik yaşamaktansa, ölmeyi yeğlemek… Davranış dedik, duruş dedik. Bu kıssanın hissesi buysa, bunları da içeren bir olay ve kahramanları, işte o zaman gelir aklınıza, sevdiğiniz çiçek adları gibi, sevdiğiniz sokak adları gibi, tüm sevdiklerinizin adları gibi… O zaman rahat döşekler utanır, öpüşürken dalgınlaşılır…

29 Mart 1951’de verilen idam kararının dünyasına ve ABD’sine baktığımızda, İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında değişen güç dengelerini, yükselen emperyalist ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmalarıyla dolu ‘soğuk savaş’ı, NATO’nun kuruluşunu, ırkçılığın tırmanışını, “komünizmle mücadele” histerisini, Kore Savaşı’nı, silah yığınağını, McCarthy’nin “kızıl avı” terörünü görürüz. ABD, dünyanın efendiliğine soyunurken, atom bombasına sahip “tek ülke” olmanın da ekmeğini yemekteyken, Sovyetler Birliği tutmuş, Ağustos 1949’da atom bombasının ilk denemesini yapmıştır! Atom bombasını yapabilen değil, kullanmaktan çekinmeyen ülke ayrıcalığının farkında olmayan ABD için, bu, tahammül edilemez bir durumdur. Nitekim, “komünist yuvası Kore” buna güvenerek diklenmiştir! İyi de, Sovyetler Birliği, bunu nasıl başarmıştır, nasıl ABD’nin en güçlü kozunun işlevini azaltmıştır? “Amerikan Karşıtı Faaliyetler”i araştırmakla yükümlü Senatör McCarthy’nin 9 Şubat 1950’de verdiği, “titiz araştırma göstergesi” sayıya göre, 57 milyon 205 bin 081 “yıkıcı” arasından birileri, casusluk faaliyetinde bulunmuştur olsa olsa.

İşte Rosenbergler, bu “suça uyarlanan suçlu”lardır… Uygundurlar doğrusu! İkisinde de Ortodoks Yahudi köken, Rusya’dan göçme ebeveyn. Ethel, sendikal faaliyetlerde, grev komitelerinde. Direnişlerde, mitinglerde şarkılar söylüyor. Saptanmış “tehlike”lerden, 1940’ta Komünist Parti’nin seçim bildirgesine imza vermiş, Julius’la bir işçi toplantısında tanışıp 1939’da evlendiği halde, 1940’ta iş ararken, kızlık soyadını kullanmış! Anti-faşist komitelerin gediklisi. Julius, “Genç Komünistler Birliği” üyesi bir üniversiteli, sonra elektrik mühendisi, sendikada örgütlü, sonra, kamu sektöründe çalışırken iki kez geçirildiği “sadakat testleri”nde ve malum “casusluk yargılaması”nda inkârdan gelse de, Komünist Parti üyesi.

17 Temmuz 1950’de Julius Rosenberg tutuklanır, 11 Ağustos 1950’de eşi Ethel. Haklarında ihbar vardır! Ethel’in kardeşi David Greenglass, atom bombasının yapımına ilişkin bilgileri Rosenbergler’e verdiğini, onların bir başka casus Harry Gold’a ulaştırdıklarını, oradan da Sovyetler Birliği Konsolosu’nun yardımcısı Anatoli Yakovlev’e iletildiğini “itiraf etmiş”tir. Bu iddiayı destekleyecek her tür bilgi ve belge, sonradan üretilecek, üretildikçe de hepsinin uydurmalığı açığa çıkacak, ama “kurban alma” çarkı, durdurulamayacaktır.

Sorgulamalar boyunca, komünist olup olmadıklarının üzerinde, casus olup olmadıklarından çok durulur. Eğer komünistlerse, casuslukları zaten tescil edilmiş sayılacaklardır!

Bu davaya ilişkin detaylar, hukuksuzluklar, tutarsızlıklar üzerinde çok duruldu, yazıldı çizildi. “Kanıt”ların hiçbir geçerliliği olmadığı, kararın yalnızca kanaatle verildiği üzerinde durulmasa ve söylenenlerin tamamı kabul edilse bile, “casus”luk işine birinci derecede bulaştıkları kendi ağızlarından kayıtlara geçen “itirafçı”ların kıllarına dokunulmaması, “adalet” konusunda yeterince fikir vericidir.

Sonradan, türlü araştırmalarda, anılarda, “Ethel günahsızmış, ama Julius sahiden casusmuş” dedirten aktarımlara rastlandığını, kararın aklandığını gördüğümüz de oldu. Açıkçası, işin bu yönü bizi pek de ilgilendirmiyor. Greenglass’ın, uzun yıllar sonra aksini itiraf edeceği komik açıklamalarına dayandırılan, mesnetsiz bir davada, böyle bir suçun varlığı kanıtlanamadan karara varıldığı gerçeğini bir kez daha dile getirmenin de çok önemi yok.

Ethel ve Julius Rosenberg, herhangi bir gerekçeyle, faşizmin ölüme mahkûm ettiği iki insan olarak, dik duruşun örneğini tüm dünyaya gösterdikleri, ilkelerini savunmak uğruna her şeyi feda edebilmenin ne olduğunu anlattıkları için kütüğümüze kaydedilmiş iki isimdir. Olayın niteliğine, bunu “elde bir” yazdıktan sonra bakarız.

“Ben, Ethel Rosenberg, Rusların atom bombasını ele geçirmiş olmalarını sevinçle karşılıyorum” diye yazılsa bir resmî kâğıda, bunu imzalar mı diye sorulur Ethel’e. “Evet!” Ama bir de ekleme ister, Sovyetler Birliği’ne herhangi bir bilgi vermediklerinin de kayda geçmesini. “Tel örgünün deliğinde buluşan” parmakları, bu yürek nedeniyle düşer aklımıza.

Sadece bir tek şey istemişlerdir cellatlarından. İnfaz tarihini bir gün ertelemelerini. 18 Haziran, evlilik yıldönümleridir. Sadece bir tek istekleri karşılanmıştır. 19 Haziran 1953’te, Sing Sing Hapishanesi’nde elektrikli sandalyeye otururlar. Cellat Joseph Farrell, 300 dolarlık görevini yerine getirir.

Bir telefon durur ölüm hücresinin kapısında. Bir telefon durur Beyaz Saray’da. Birinin ahizesi kalkmadığından, biri çalmaz. Saat 20.04’te Julius’un aramayacağı kesinleşmiştir, saat 20.11’de Ethel’in… “Biz, Amerikan faşizminin ilk kurbanlarıyız…”

Çocuklarını kucaklayabilmekten mahrum kalmışlardır, çocuklarını kendilerinden mahrum bırakmışlardır, direnerek. Onlara, bunu neden yaptıklarını bir gün anlayacaklarını söyleyen bir şiirle veda ederek. Bir vasiyette bulunarak, çalışıp bir anıt dikmelerini isteyerek. “Sevgiye ve sevince, insanlık onuruna ve inanca” bir anıt. Bir anıt, “sizin adınıza koruduğumuz ve çocuklarınızın adına!”

Bizim adımıza koruduklarıdır işte, bir çift güvercin havalansa, yanık yanık koksa karanfil, aklımıza Rosenbergler’i getiren… Ne yazık ki anılacak, çok şükür ki unutulacak şey değildir bu…