Durgun Suların Aydını...

Herakleitos, eğilip baktığında suya, kendi yansıması için ne düşündü, meçhul... Irmağın akışını gördüğünde söylediği sanılan söz ve bu söze dayandırdığı felsefesi kalmış geriye. "Panta rei." Her şey, her an hareket halinde çağlamakta, değişmekte... Irmağın akışına hayran olmuş Herakleitos. Ona bakmış... Onu avuçlamış, parmaklarının arasından yeniden o büyük akışa dönen suyu sevmiş. O bir avuç suyun kendi gücünce kattığı dalgalanmayı...

Narkissos'un olması gereken yerde, bembeyaz yaprakların kırılgan bir sarıyı kucakladığı bir çiçek bulmuşlar, cenazesine ağıtlarla gidenler... İki damla gözyaşının dalgalandıracağı kadar durgunmuş, kıyısında nergis çiçeği biten o su. Ne geçen bir insan, ne susayan bir hayvan, ne düşen bir dal, ne uçan bir kuş varmış ki, bozulsun sükûnu... O durgun suya bakmış Narkissos. O hareketsizliğin içinde beliren güzel yüzünün yansımasına vurulmuş. Korkmuş, yalnızca kendisinin, dokunuşlarının yol açabileceği en küçük dalgalanmadan o güzellik, alıp başını gider sanmış. "Dur," diye haykırmış, "kıpırdama!"

Herakleitos, dünyayı değiştirmenin manivelasını bırakmış geride. Narkissos, bir çiçek ve bir kavram...

Öyle bir kavram ki, efsanesinden, çiçeğinden kopmuş geliyor. Kendine âşık aydın, nergisleri ve büyük sevdaları çiğniyor.

Bir yanılsamaydı belki efsanede yaşanan, ama aşk, tutku gerçekti. Narkissos'un öyküsü, Ekho'nun öyküsüdür aslında. Cezalandırılan yalnızca söylenenlerin sonunu aynen tekrarlamaktan öte, sesini duyurma gücü elinden alınan gövdesi kımıldayamaz kılınan Ekho'nun. Ekho, yanına varamaz Narkissos'un, bir çift sözünü ulaştıramaz kendi içinden gelen, anlatamaz sevdasını. Narkissos da, kendi sesini yankılayan Ekho'ya öyle. Buluşamazlar. Ve bir gün, Ekho'ya ulaşma çabasından yorgun, o dingin suyun kıyısına uzanır. Susuzluğunu gidermek için eğilir. O peşinden koştuğu sesin sahibiyle yüz yüze gelir suda. Âşık olduğum güzellik ve ses, benmişim meğer diye düşünür... Ve orada, öylece kalakalır. Kuruyup yok olana dek.

Ya Ekho? Ya o sesi çoğaltan? Ya o peşinden koşulacak bir güzel düşünü uyandıran? Ya o asıl sevda?

Ekho, kendisine söylenenleri tekrarlardı. "Birleşelim!" diye bağırırdı Narkissos, "Birleşelim!" diye yanıtlardı Ekho.

Buluşamadı Narkissos, kendisini güzel kılanla, tutkuyu yaratanla. Varamadı yanına. Yoruldu. Durgun bir su kenarındaydı. Sessiz. Kımıltısız. Bulanmaktan korunmuş, el değmemiş bir su. O su, yüzünü yansıttı, kendine hayran bıraktı. Aslında, sesine ses verene, sesine ses verdiğine âşık Narkissos, sessizlikte, görüntü yansıtana vuruldu. Olduğu gibi kalanı sevdi. Su, olduğu gibi kaldı. Narkissos, giderek daha çirkin bir görüntü olarak yüzdü o suda olduğu gibi kalamadı... Eridi.

Vebali, efsanelerin boynuna... Bugün, elden ele gezen o güzel çiçekte, o nergiste, Ekho'nun, kendinden vazgeçiren tutkunun, yollara düşüren sevdanın, arayışın, ulaşma çabasının hatırı vardır. Narkissos, suda yitip giden bir görüntü olarak çekilip gitmiştir öyküden. Gönül vermeler zamanından bir çiçek kalmıştır geriye. Vebali, efsanelerin boynuna...

Ah, âşık olunacak güzelliği bir doğuran da vardı elbet, not düşmemek olmaz: Delice akan, coşkun bir ırmaktı Cephisus ve sularıyla çepeçevre sarmıştı mavi saçlı Liriope'yi. Bu birleşmeden doğmuştu Narkissos.

Herakleitos'un, akışına bakıp kaldığı bir ırmağın oğlu, durgun suda kendine bakıp kaldı. Kaynağına dönemedi Narkissos, köklerine inemedi. Irmağın ve sesini çoğaltan sesin verdiği güzelliği, yani kendisini, kendi yarattığı bir şey sandı kendisine ve eserine taptı. Sonra... sonra ne ırmak, ne Ekho, ne kendisi, ne güzellik...

Dedik ya, kendisine söylenenleri tekrarlardı Ekho. Ve "elveda" diye bağırdı bir gün Narkissos...

Kendine âşık olma durumunu, geriye bir çiçek bırakmak vaadiyle perdeleyen aydınlar, Ekho'nun adını anmaz olurlar. Irmağın da.

"Nokta" dergisi, yıllar önce, Çetin Altan'ın eline bir trafik levhası tutuşturarak, "dönüş serbest" kapağı yapmıştı. Kapağa katkı olarak, Salih Memecan'ın çizdiği bir karikatür de yer alıyordu dergide. Bir koyun sürüsü, hızla uçuruma doğru koşuyordu ve içlerinden biri, uçurumun kıyısında sürüden ayrılıp kendisini kurtarıyordu. Koşmayı sürdüren koyunlar, ona "dönek" diyordu.

Kollektif, uçuruma düşmesi kaçınılmaz bir "sürü" hareketidir. Birey, bu "gerçeği" gören ve kendi yolunu çizendir... Bu süreç, aydınlar katında, kendisine ve eserine, ya da, iştigal alanında ürettiklerine hayranlıkla tamamlanan bir eğri çizer. Derken, Narkissos, durgun suda kendi aksini seyreder durur.

Efsanelerden gerçek dünyaya geçiş, çoğunlukla büyü bozucudur. Bu dünyada, kavramlar süslerinden arınır, yere basar, yeniden tanımlanır. Birey oluş, insanın kendi şahsında, bir aşkınlığı gerçekleştirmesidir özünde.

Kendini düşünme, kendini kutsama ve koruma güdüsü, en küçük bir entellektüel faaliyet barındırmaz. Canlıların doğasında vardır bu. Başkalarını düşünme, özveri, bir bütünün parçası olma, genel çıkarları bireysel çıkarlarının üzerinde tutma gibi kavramlardır, sonradan edinilen. İnsan, bunları içselleştirdikçe, biyolojik bir varlıktan ibaret benini aşar. Gelin görün ki, insanları vahşete çağıran bir düzen, beyinlere nüfuz eder ve bütün kavramları alt üst ederek, yaradılışın güdüsüyle davranmayı, binlerce yılın kazandırdığı niteliklerin ötesine geçiş gibi gösterir. Kendini aşan birey, kendini kollayan bireye göre olumsuzlanır. Ve bu ilkelliğe dönüş, entellektüel yetkinliğe varış adını alıverir...

Bu yanılsama hâkim olduğu anda, sözde bireyin yapacağı tek şey vardır: Durgun suları özlemek. Zaman zaman, dışarıdan bir etkiyle, ya da, entellektüel faaliyeti sonucu edindiklerinden kalan vicdan ve sorumluluk zerrelerinin genzini yakmasıyla, bir an için, sorgular kendini aydın. O zaman aklına nergis gelir. Evet, bir başıma duracağım, çünkü, böylelikle bir eser bırakabilirim insanlığa ancak. Ve kendisini kendisine adamış birey, bir yanılsama sıçraması daha yaşar: Kendisini eserine, uğraşlarına adamak... Eser, odur. Eser, onun olduğu için kıymetlidir. O, biriciktir. O olmasa, söz konusu eseri üretecek başka kimse yoktur insanlık, onsuz, o eserden mahrum kalacaktır.

Narsisizm, bu anlamda bir inkârcı ruh halidir. Üretimin, her anlamda üretimin bireysel bir yaratı olması gerçeği, kuşku götürmez. Ama, her bireyi, içinde yer aldığı sosyo-kültürel atmosfer biçimlendirir. En bireysel üretimde bulunduğunuzu düşündüğünüz anda bile, sizden önce yapılanların oluşturduğu birikim nedeniyle, başkalarına borcunuz vardır. Bunun inkârı, üretileni de değersiz kılar. Sizin yankılanan bir sesiniz yoksa, yani, ürettiğiniz şaheser yalnızca kendinize sunduğunuz bir şeyse, suda yüzünü seyreden, kurumaya mahkûm bir söylentisinizdir sadece.

Bütün bunlar da boş laflardır, kendine âşık her aydın, Narkissos efsanesini bilir ve kendi bilincinde üretir zaten. O aydınlara gösterecek bir şeyimiz de yoktur.

Gösterilen, bir bakan gerektirir. Bakan, nereye bakıyorsa oradakini görür. Hayata müdahaleye, insanların arasına, kavgaya, kollektife çağırmak, "ağzı kan köpüklü meşe seli"ne, "bir damla, ama okyanusta bir damla" olmaya davettir çünkü. Orada yüzler birbirine karışır. Kokular, ter, emek birbirine karışır. Orada akışa, oluşa hayranlık vardır, onun bir parçası olmaktan mutluluk duymak vardır. Orada, ben, kategori olarak, güdü olarak değil, biz'e katkı olarak vardır.

Herakleitos, akışa baktı. Bir manivela bıraktı.

Kendisini seyretmek isteyen aydın, kımıltısızlığa bakmalıdır. Kendi görüntüsünü kucaklamak istemesinin bile yol açabileceği dalgalanmalardan sakınılmış, durgun su yüzeyleri bulmalıdır.

Narkissos, böyle bir suyun başında eridi.

O, Ekho'ya elveda demişti...

Hiçbir aydın, bilinçsizce elveda demez sesini yankılayana. Bilinç, seçim erginliğidir. Efsanelerden öğrenecek bir şeyleri de yoktur.

Ve efsaneler tekrarlanmaz. Narkissos'un sevdasının ürünü çiçek, sevdası ben'ine yönelmiş aydında kuru bir ot olur...

İşte budur o şaşaa...