Budalalığı Tarihten Ayıklamak

Elvan Abeylegesse, Pekin Olimpiyatları'nda bayanlar 10 bin metre yarışında ikinci olarak, Türkiye'nin oyunlar tarihindeki ilk koşu dalı madalyasını elde etti. Elvan, "Türkiye adına ilk kez olimpiyatlarda madalya aldığım için çok mutluyum. Üstelik de Avrupa rekoru kırarak" demiş yarış sonrasında. Buradaki "Türkiye adına" vurgusu dikkat çekici.

Yarışın birincisi, Tirunesh Dibaba. Etiyopyalı atlet. Tıpkı, bizim Elvan olarak ad verdiğimiz, Hewan Abeye gibi. Dibaba, "ülkem adına kazandığım için mutluyum" diyebiliyor.

İki Etiyopyalı var, biri "ülkesi", biri "Türkiye" adına göğsündeki madalyayı taşıyan.

"Adına." Burada, kazandığı madalyaya bir iyelik takısı iliştirememenin iki farklı yönü var. Ortak olan, elde ettiği başarıyı, bireysel olarak sahiplenmeme. Yaşanılan sevincin, başarılanın, kendisinin ötesinde bir değere katkı olarak sunulmasından gelmesi. Fark, o değere bir iyelik takısıyla yaklaşıp yaklaşamamaktan geliyor. "Ülkem" ve "Türkiye"... Elvan, "beni Türk kabul edin" dese de, çok doğal olarak, henüz bir "aidiyet" duygusunu içselleştirmemiş.

Olimpiyatlara katılan Türkiye kafilesinde, Elvan gibi, "devşirme" sporcuların sayıca yüksekliğiyle, iddialı olunan branşlarda bile tel tel dökülme arasında bir bağlantı kurmanın milliyetçi yorumuna kulak asılsa, ne "Türk'ün gücü"nü dillerinden düşürmeyen haltercilerin, güreşçilerin, boksörlerin yerle yeksan olması açıklanabilir, ne Elvan'ın başarısı. Elvan dereceye giremese, bu perspektifin sahipleri, yine, "yaşa kara kızım!" derler miydi bilinmez, o da ayrı. Yine bu kesimin daha militan unsurları, başarıyı da sahiplenmekten uzak duruşlarıyla, daha tutarlı bir çizgi izliyorlar. Onlar, "yaşa kara kızım!" demektense, "Türk değil ki!" küçümsemesini, "kara" vurgusunu ve neden millî bir Elvan yetişmediğinin sorgusunu tercih ediyorlar.

Bize asıl enteresan gelen, ulus, ülke gibi kavramların demodeliğinden, akıldışılığından bahseden kesimin, bu "devşirmecilikle" elde edilen "madalya"lara dudak büküşlere denk gelen tutumları. Tabii, burada, "devşirme" nitelemesinin de, sportif başarıların da ötesinde bir genel bakış açısından söz ediyoruz. "Ülke" kavramına sosyoloji içermeyen bir coğrafya bakışıyla, "ulus" kavramına sınıfsal katmanlardan oluşmayan bir ırksal tanımlamayla yaklaşarak, tümünü "korkunç bir gericilik unsuru" ilan eden bu kesimin temel paradoksu, bu kavramlar adına olumlamayla kullanılabilir olan her şeyden duydukları nefretle, kendi temel argümanlarını reddeder duruma düşebilmeleri. Başka bir deyişle, tüm dünyanın Amerika Birleşik Devletleri olması düşleri ekseninde bir "ulusların, ülkelerin" yok olması gerektiği tezi, "üniter yapı" hanesine yazılabilecek en küçük bir olumlu şeyi öfkeyle reddetme, küçültme çabasıyla çarpıştığında, inkârdan gelinen kavramların eteğine tutunuluyor ve ortaya bir "yarılma" çıkıyor.

"Türkiyelilik üst kimliği" tezlerini geçersiz kılarak, "Elvan'ı bu ülke yetiştirmedi ki, Etiyopyalı bir atlet koşup madalya aldı diye, bundan Türkiye niye pay çıkarıyor" dediklerinde, aslında epeyce geçerli bir itiraz yöneltiyorlar. Ama, bu itirazlarına, yine kendi "korkunç" dedikleri kavramlar eşlik ettiği için, bir garabet dolanıyor ortalıkta. Ulusların, ülkelerin önem taşımadığı bir dünyada, Elvan'ın, "enternasyonal" bir figür olarak pistlerde, herhangi bir bayrakla koşmasında ne sakınca var ki? Bez üstündeki boyaların ne renk olduğu önemsizken? Yoksa, ille bazı bezlere ve bazı boyalara, bazı coğrafi yerleşimlerdeki popülasyona özel teoriler mi bunlar?

Bu "yarılma"ya, garabete, o kadar çok tanık olduk ki. Daha geçenlerde, Ahmet Altan, tarihten ayıklanacak budalalıklar dökümü yapmıştı mesela. En başa, savaş maddesini yazmıştı. Nasıl savaş? "Boyanıp sopaya takılmış bir bezi" sallayarak, hiç değişmeyen bir genel toprak parçasının içindeki payları habire yeniden bölüşmek için yapılan savaş. Bu akıllıca mı, diye soruyordu, tabii, değil diye de yanıtlıyordu. "Elvan'ı kim yetiştirdi ki" meselesindekine benzer şekilde, hak verebilirsiniz. Ama, aklınıza, ABD'nin işgalleri, öldürdüğü insanlar, kendi bayrağını dalgalandırmak üzere oradaki topraklara gölge veren bez parçalarını yok edişi gelince, mesela, Irak gelince, Altan'ın buna budalalık değil, ileri bir hamle deyişi geliyor.

Sonra, listesine parayı alıyor Altan. Edebiyatı da kuvvetlidir, önce taşa, ardından kâğıda tapınmanın ne budalaca olduğunu anlatıyor. Burada da, haklı... Ama işte aklınıza, ölümüne savundukları serbest piyasacılık, özelleştirmecilik, "yaşasın burjuvazi" başlıklı yazılar filan geliyor. Sebebi hararetle savunup, sonuca ağıt düzmek de büyük maharet olduğundan, buna da takılmayabiliyorsunuz...

Ya cinsler arası ilişkiler? Kadınların ve erkeklerin, birbirlerini mülk edinmelerinden daha budalaca ne olabilir? Öyle diyor Altan. Lakin, aklınıza, kadın köleleştirmeciliğinin en bariz göstergelerini, kulluk kültürünü, varsayalım kadını tahrik edici cinsel objeden ibaret gören örtünmeyi, türbanı, yine varsayalım İslami ritüellerin bütün aşağılamalarını, insan hakları adına nasıl savunduğu geliyor bu kez... Üstelik bunun, yine çok yakındığı "aynı Tanrı'ya inananların, ibadet biçimleri yüzünden birbirlerini öldürmeleri" budalalağına açtığı kapıları düşününce...

Silahları sayıyor budalalıklar içinde. Kim itiraz edebilir? Peki ama, aklınıza, yazarın neden en büyük silah tüccarlarını ve silah kullanıcılarını, demokrasi merkezi ilan ettiği geliyor ki?

Altan, "beni tarihten kazıyın, budalalıklarımı ayıklayın" demek üzere bir yazı kaleme almış açıkça.

Güzel. Zaten niyetimiz de bu, kazırız. İddianameyi de, bu makaledeki itirafnameden oluşturabiliriz isterse. "Tarihin en korkunç, insanlık dışı kavramı bağımsızlıktır" diyen ertesi gün makalesine dönüp bakmaya bile gerek kalmadan...