Bir leğen ve bir küpe öyküsü

Asaf Güven Aksel'in “Bir leğen ve bir küpe öyküsü” başlıklı yazısı 26 Mayıs 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Ne zaman ki, anneannemin küre şeklindeki küpeleri kuyumcunun terazisinde en ufak bir kıpırdanmaya yol açamadı, o an annemle babam bakıştılar.

Babam elini uzatıp geri istedi küpeleri. Kuyumcu, söktüğü bütün iğneyi, sallantıyı taktı yerine. Elinde bir de o haliyle tarttı, sırıttı, verdi. Bakıştı annem babam.

Akşam anneannem mutluydu küpeleri geri geldiği için. Buruktu, biraz da mahçup, işe yaramadığı için. O beyaz, uzun, örgülü, seyrelmiş saçlarını geriye doğru savurup, “al oğlum şunları” diye, itiraz dinlemeden -ki itiraz da cılızdır, mırın kırındır- iri kulaklarından, uzun kulakmemelerinden söküşüyle, fedakârlıkla kabaran göğsünü, boşa umut vermek utancının çöküntüsü indirmişti.

O küpeler, ertesi günün yemeklik malzemesine bile dönüşememişti. Elimiz hep sıkışıktı da, “son radde”nin güvencesi, neredeyse ağırlıksız çıkmıştı. Evde bir sessizlik oldu, annemle babam bakıştılar.

Sabah, “delikanlı”sı da yanında, banyoda dikiliyordu babam. Annem kapıda. Bakıştılar. Uzandı babamın elleri, duvarda bir inşaat çivisine kenarındaki sarı halkadan özenle asılmış bakır leğene...

Bakıştık. Anladım, son raddeyi...

O leğen ki, kapısı anahtarla kilitlenen buzdolabımız, koca yeşil lambalı ceviz radyomuz, katlanıp da üzerine uygun bir örtü atıldımıydı yemek masası da olan ayak pedallı dikiş makinemizden oluşan kıymetli eşyalarımız arasında, en ama en birincisiydi. Dövme bakır, kocaman, babaanneme bilmem hangi annesinden kalma bir leğen. Sıkıştıkça, kim bilir kaç kez yani, “şunu satsak var ya...”larla anılan, ama asla hatırasına kıyılamayan, ne bizce, ne Hızır’ca.

Annem babam bakıştı. Hızır yoktu. Ben leğenin kenarında sadece dekoratif bir ufacık elden ibaret yardımcı, babam ıhlaya tıslaya taşıyıcı, yola çıktık.

O zamanlar Kazasker dutluk bile değil, bir arsanın ortasında, toprak üzerinde derme çatma “demir alıyom bakır alıyom” deposu. Hasır taburede iri yarı bir adam. Bakıştık.

Ne zaman kıyamadan yere koydu leğeni babam, adam ne zaman elinde bir aletle geldi yanına, nasıl hoyratça iki hamlede o leğenin üst çemberindeki kıvrımı açıverdi, buzlu bir cam ardından nasıl izledik toz kalkışını, paslı, kalın, pis bir demir çember yere düşünce.

Ben babama baktım. Babam hiçbir yere bakmadı. Hafiflemiş, o kimlerden kalmış, elden ele geçmiş leğeni, en birincimizi, yadigârımızı saygısızca, herhangi bir bakır parçası gibi tartarken iri yarı adam, bakışamadık. Utandık.

Yerinden kalkmaz bakır leğen, gizli kıvrımındaki ağır demirinden ayrılmadı da sanki, sanki aniden pahada ve yükte hafiflemedi de, bir ömür bel bağlanan kura kaybedildi, yıkılmadan önceki son mecalle atılan fuleli adımda ip göğüslenemedi.

İki dolu file vardı dönerken, bir de plastik leğen, bir de bıçak açmaz ağız, bir çift de dalgın göz. Bir de soluklanma anı, bir de okşayan el, bir de tıraşlı kafa. Bir de kanarya sesli zil, bir de açılan kapı, bir de kadın bakışmasız, buyursuz, suskun.

Bir duvarda inşaat çivisi, koskocaman bir hâre, kocaman boşluklu duvarda. Yere atılan bir plastik, sallandı, yuvarlandı, durdu.

“Demirine de, ayrıca...” deyince dağıldı matem havası, ailenin akşam sofrası kaldırıldıktan, çayın buharı yayıldıktan sonra. O çaresizliği kabullenmenin neşesi içinde, haline gülmenin en memur kahkahası çınlamalarıyla bakıştık. Gözümüzden yaş geldi. Yaş geldi gözümüzden.

Babaannem duymasın da diyemedim, şaka yapamadım, ablam parmağını dudağına götürünce, ısırınca. Duymadan öldü.

Annem babam bakıştı, ben anladım.

Ben iğnesinden, sallantısından anladım bir küpenin ne olduğunu. Koynunda yıllar yılı saklı kalan paslı pis bir demir çemberden anladım dövme bakır leğeni.
Bu anladıklarımdan, saydım, sekiz metafor kurdum.

Her birinden hisse bana, her birinden hisse insana düştü. Bakıştık ya, ben sekiz ayrı metafor uydurdum. Sekiz kez birer hisseyle anladım...

* * *

Yazar burada ne anlatmak istemiş, yazının ana fikri nedir?

Hiçbir şey anlatmak istememiştir örtmenim, konu bulamamış, yazmıştır öylesine. Ana fikri yoktur, duyduğu ya da yaşadığı bir anıyı, öykümsü süsle aktarmıştır. Emekçi sınıfa mensup ailelerin içinde bulunduğu durumu resmederek, örtmenim, yadigârlarını bile elden çıkarır hallerine acıklanmıştır. Gülünç bir sahnedir örtmenim. Üzücü bir sahnedir. Trajikomik deriz buna di mi örtmenim, durumları hem komik demir düşünce, hem yazık. Diyor ki, boş umutlara kapılmayın, dar günde kurtaracak bir şeyi beklemeyin. Hazıra dağ dayanmaz deyimini açıklıyor örtmenim. Görünüşe aldanmayın, diyor, içini bilemezsiniz. Burada açıkça bir aydın eleştirisi görülüyor, ağırlıkları ve bel bağlanmışlıkları, süslerinden ya da gizlisindekilerden arınınca, hafifliyor, değersizleşiyor hocam. Bazen gerçekler, hayallere tokat atar efendim. Altın küpe bakır leğenden ucuzmuş örtmenim.

* * *

Örtmenim! Metafor ne ki?

Boşver onu şimdi, Kürt özgürlük hareketine takıldı aklım, paslı demir mi düştü, takke mi dövülmüş bakır leğenden hasır sandalyedeki alıcının önüne, varsayım mı çıktı kuyumcu terazisine yalın haliyle, küpe ucundaki kaplama altın mı, karıştırdım zaten...