Bir aydın modası: Anakronizm -2

İlhan Berk, yitirilmiş mi, halen sürmekte mi, bakışa göre değişen bir aşka seslendiği şiirinin bir yerinde, "Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün" der. Bunu, aynı şiirdeki bir başka dizeye eklemlemezsek, nasıl bir niteleme olduğunu anlayamıyoruz. Cumhuriyet'in ilk günleri. Sıfatsız bir saptama gibi. Sonra, şu geliyor: "Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun," Burada bir sıfat, bir tanım kazanıyor o ilk günler, dolayısıyla, seslenilenin yüzü.

"Üç kez seni seviyorum diye uyandım" adlı bu güzelim şiiri, birçok kez "tank sesiyle uyanan"ların ülkesindeki "sol" aydın travmalarına göndermeler için kullanmak ayıp olacak duygusuyla, biraz duralım. Modanın, sözlük tanımlarından bir başkasıyla sürdürelim geçen haftanın yazısını: "Değişiklik gereksinmesi ya da süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici yenilik."

Buradaki "değişiklik gereksinmesi", günümüzde, postmodernizmin etkisiyle de olsa gerek, ancak belli bir yaşın altındaki kesimler için geçerli moda açısından bakıldığında. Modanın yeni trendi 50'lerin, 60'ların yeniden üretilmiş tarzları, bu kreasyonların orijinal halini bilenler için, ancak bir nostaljik esinti olabiliyor çünkü. Ama, ilk kez karşılaşanlara, çarpıcı gelebiliyor. Burada kreatörlerin, her eskinin rağbet görüp Bit Pazarı'na nur yağdırmayacağını unuttuğu anlar oluyor tabii. Örneğin, sıskacık manken Twiggy ile fi tarihinde insanların feleğini şaşırtan, dünyanın sonu geldi dedirten mini etek, birkaç yıl önce yeniden dolaşıma sokulduğunda, artık transparanların dünyasındaydık ve neredeyse mutaassıp kalmış bu giyim, zerrece heyecan uyandırmadı. Bu "ısıtılmış" modanın tutabilmesi için, yaşanan değişimleri izlemekten uzak, yalıtılmış bir sosyal zemin gerekliydi.

Modanın sosyal alandaki kreatörleri, bu olanağı, Türkiye'nin anakronizmle malul aydın kesimleri arasında bulabiliyorlar örneğin. Aynı kavramlar, farklı içeriklerle, zaman sapması yaşayanlar üzerinde aynı etkiyi yaratabiliyor. 70'lerin, 80'lerin dünyasında çakılıp kalanlar için, bunca yıl, hiçbir olgu değişmemiştir. Dolayısıyla, demokrasi, özgürlük, çok renklilik, ulusların kaderlerini tayin hakkı, ordu, Kürt sorunu, azınlık ve insan hakları gibi kavramlar, kim tarafından dile getirilirse getirilsin, hâlâ o tutkuyla sarıldıkları, uğruna ya da karşısında canlarını ortaya koydukları kavramlardır. Bir diğer öbek, çoktan sınıfsız toplumun ötesine geçmiş, bu kavramlarla ilgisini, "aşkınlık"la kesmiştir.

Bu iki grup da, şu paradoksu yaşarlar ki, hazin bir durumdur: Hiç ilgilenmedikleri halde, modanın takipçileri, yayıcıları olmak.

Bir Marksist için, bu kavramların hiçbiri, kutsanmış ve kendiliğinden değer taşıyan şeyler değildir oysa. Her bir kavram karşısında, temel bir soru, mihenk oluşturur: Kim için? Hangi sınıf adına? Alfabenin bu ilk harfini unuttuğunda, aydın, materyalist analiz yeteneğini yitirmiş demektir. Sözlerin büyüsüne kapılmış, olguyu ıskalamakta demektir. Kavramların, kullanana göre değişkenlik göstereceğini, bazılarının içeriğinin, tam ters anlamlar kazanabileceğini kavrayamazlar, anakronizme batanlar.

Demokrasi mi? Takılın peşine! Gericilik için mi, isteniyor, olsun varsın. Ulusların kaderini tayin hakkı mı? Ölümüne varız! Wilsonculuk anlamı taşıyabilir, "böl ve yönet"in, toplumların atomizasyonu planının parçası olabilir, ne gam! Kürt sorunu? Varsın ABD işgalleriyle "vasal" bir yapılanmaya onay vermek olsun, kazanımdır! İnsan hakları? Çifte standart olmaz, işkenceye karşı çıkmak da, türbanı savunmak da aynı şeydir!

Bu örnekler uzar gider. Bir dönem, emperyalizmle, sermaye sistemiyle mücadelenin kavramları, "sol"da, şimdi onlara eklemlenmenin aracı olmuşsa, bu, kreasyon yaratanların gücündendir. Ne de olsa, moda, bir etiketleme sistemidir de. İnsanlar, ait oldukları etiketlerle gruplandırılırlar moda dünyasında. Haliyle, sınıfsal içerikten kopartılmış, soyut sözlere indirilmiş, emperyalizmin ve gericiliğin tanımladığı haliyle gündelik yaşama sokulmuş kavramların içeriğini sorguladığınızda, farklı bir etiket taşıdığınız söylenecektir.

Nedir o etiket? Farklı farklı adlandırılabilir, ama kazıdığınızda, şudur aslında size isnat edilen: Devrim amaçlı siyaset yapmak. Böyle bir amacınız varsa, ezberlerle değil, somut analizlerle hareket edersiniz çünkü. Kavramların kreatörü ve taşıyıcısı siz olmak istersiniz. Bu sizi moda dışına iter. Emperyalizmle mücadele derseniz, demode olursunuz. Cumhuriyet derseniz, devletçi... Ve böyle diyenlerin, pankartlarındaki kelimelerin "yeni içerik"leri peşinden koşturduklarını görünce, anlarsınız ki, en iyi niyetlisinin elinde bile, şu tanımdaki ikinci öğe devrededir: "Süslenme özentisi."

"Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün" diyor İlhan Berk. "Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun." Sınıflı toplumlarda politikanın nemrut suratı, lirikle ilgilenmez. Kimin, nasıl eskittiğine bağlıdır, cumhuriyetin güzellik derecesi. Şairin sevdiği, biricik olabilir. Ama sosyal kavramlar öyle değildir.

Buna devam edeceğiz ileride. Ama...

Ama Suna Abla'yı da kaybetti bu ülke. Hani o, küçük hanımla Roma'da spagetti yerken, çatalında uzayıp giden hamuru çantasından çıkardığı makasla kesen karakteri. Hani o, hep esas kızın mutluluğu için, kendisinin arka planda kalmasına itiraz etmeden çırpınan sırdaş, dost karakterini. Hani o, bükük beli sahnede dineliveren, gamzeleriyle aksi ihtiyarı oynaması çok zor olsa da başaran, en küçük rolü yalnızca varlığıyla büyüten devi. Sahnede, pelikülde, gerçek yaşamda canlandırdığı şeyin, emekçi, fedakâr, arkadaş tiplemesi olduğunu idrak ettiğimizde neden çok sevdiğimizi anladığımız, çocukluğumuzun örgülü saçlı neşesini kaybetti... Bir saygı duruşu, bir hoşça kal... Güzelliğini eskitemediğimiz kadın...