Alex... Ases... Umut...

Alex yazısı ne oldu diyor arkadaşlar. Bir kısmı takımdaş destekçi, bir kısmı "yazsa da polemiklik malzeme çıksa" beklentisinde tabii. Aslında, yanılıyor iki taraf da. Alex'in, hangi takımda oynadığı önemli değil çünkü. Zaten bu yüzden bir Alex yazma ihtiyacı duymuştum.

Bizim kuşak, ancak kıyısından köşesinden yetişebildi futbolun "o güzel" yıllarına. Tamam, Fenerbahçe'ye kornerden gol atan oyuncusunun, "utanmıyor musun koskoca bir takıma böyle bir gol atmaya" diyerek kulağını çeken bir Beşiktaş kaptanı yoktu biz sahalara bakarken. Ayaklarına kapanan Galatasaray kalecisi Kova Osman'ın üzerinden topu aşırtıp, sonra kulağına eğilerek, "kalk lan, auta gitti" diyen Fenerbahçeli futbolcu da göremedik. Kalkıp topu ağlarda görünce, sıkı arkadaşlığın saman alevi öfkesiyle, gülmekten de kendini alamayarak Fenerbahçe futbolcusunu sahanın içinde kovalayan Galatasaray kalecisi de yoktu. Bu takılmalara hep birlikte gülen taraftarlar da... Kendi takımlarıyla yapacakları maçın gecesi, kâğıt oynarken yakaladığı Fenerbahçeli futbolcuları azarlayarak yataklarına gönderen Galatasaray idarecisine de, bu azarın sahibine saygıda kusur etmeksizin özür dileyen futbolculara da tanık olamadık. Ama, ucundan kıyısından yetiştik birşeylere gene de... Sahiciliğe yetişebildik, içtenliğe, emeğe, örnek olma bilincine, sportmenliğe yetişebildik. Taraftarın birbirini kızdırdığı günleri görebildik. Kızdırmadaki masumiyeti yaşadık. Şişko Sezai'nin yayvan "Fener'e de ne olduuu, damdan düştü kel olduu" ezgisi, şimdinin en galiz küfürleriyle kıyaslanmayacak kadar ağır otururdu içimize. Çok daha etkiliydi. Gol düellosu, frak giymiş, melon şapkalı, eli piştovlu, sırt sırta duran forvetlerle temsil edilirdi gazetelerde. Maçın sonucu ne olursa olsun, "büyükler, bir maç daha sundu" denirdi...

Sonra sonra, her şey değişti... Takımlar, futbolcular, oyun, zihniyet, taraftarlar... Artık ne demekse o "endüstriyel futbol", her şeyi sarıp sarmaladı. Bizim kuşak, tuttuğu takım başarı ivmesini nereye yükseltirse yükseltsin, birşeylerin yitirildiğinin farkında olarak, hep buruk kaldı, hep coşkusuna ket vurdu. Bu yüzden, bu bir hayıflanma yazısıdır... O çok şeyini yitiren futbolu sevmemiz için, elimizde kala kala, zevkle izlenebilecek futbolcular kalmıştı bu paraya, başarıya, hırsa yenilmiş oyunda...

Herkesin bir takım tutma öyküsü vardır elbet. Ama, bugünkü gençler gibi, hangi takım daha fazla kazanıyormuş, kim daha yırtıcı futbol oynuyormuş, Avrupa'da kim ne yapmış gibi başarı kriterleri yoktu pek o zamanlar. Aşka, mantık bulaşmamıştı. Önce seviliyordu, sonra gerekçelendiriliyordu. İyi yönüyle, kötü yönüyle, deli gönül seviyordu bir kez, vazgelmek olmuyordu! Kazandığı için sevmemiştiniz ki, kaybettiği için terk edesiniz. Sevenin gözleri kördü, sevilenin kusurlarına. "Nesini seviyorsun" diyenlere öfkeleniliyor, "şusunu busunu" açıklamalarına girişiliyordu. Dediğimiz gibi, gerekçelendirme vardı yalnızca, geçerli olsun, olmasın kabul görsün, görmesin doğru olsun, olmasın...

Kişilik yapılarıyla, tutulan takım arasında bağıntı kurma, belki pek irdelenmemiş, ama ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir fenomendir aslında.

İmza sahibinin kişisel tarihi açısından, Mersin İdman Yurdu taraftarlığı, yerini Fenerbahçeliliğe, Osman Arpacıoğlu'nun transferiyle bırakmıştı. Osman beee! O bir taneydi! Sakızlardan çıkan fotoğrafı, başka beş fotoğrafa eşitti, anlayın yani. İkinci bir takımı daha vardı ama yazarın: İstanbulspor. Orada da Alpaslan vardı çünkü. Çünkü Alpaslan, Beckenbauer tarzında oyuncuydu ve o velet, Beckenbauer hayranıydı. Derken, Alpaslan da Fener'e gitti! Yapacak bir şey kalmamıştı.

Neden Beckenbauer, neden Alpaslan, neden Osman? Ve neden bu adamlar yüzünden bir takıma sevdalanmak? Bu, bir kişilik yapısının, kendisini yeşil sahada ifade eden temsilcilerini seçmesiyle ilgili bir şeydir bir yönüyle.

Bir hayat duruşunun, bir ideolojik şekillenmenin asla ve asla yeşil sahalarda temsil edilemeyeceğine inananların, hayata kupkuru bir bakışın devrimci sosuna bulanmış ifadeleriyle, ya da çocuksuluğun keskinliğiyle, "futbol" deyince aklına sadece Salazar'ın "3F" formülasyonu gelen ve bin yıldır habire bunu söylemelerine rağmen hâlâ sözü Franco'ya ait zannedecek kadar kulaktan dolma ezbercilerin, takımların başkanlarıyla, kulüp yapılarıyla, futbolun nasıl bir mali çark olduğuyla, toplumbilimsel açıdan işleviyle filan ilgilenenlerin ıskaladığı o kadar çok yön var ki, bu yazıda değinmek olanaksız. Bu açılardan hesaplaşmayı başka bir yazıya bırakarak, Alex'i ve benzerlerini izlemek için bile futbolla ilgilenmenin, tasarlanan bir yeni dünyaya ilişkin ipuçları içerdiğini söyleyip geçmek zorundayım. Nasıl mı? Bunun yanıtı da, Haldun Taner Usta'nın, "Ases" öyküsüyle verilebilir.

Ases, Taner'in "doğmamış oğlu"dur, "içindeki ukte"dir aslında. Dürüstlüktür, tevazudur, efendiliktir, futbolu tribün için oynamamaktır, oyundan zevk almak, galibiyeti mağlubiyeti önemsememektir, varını yoğunu ortaya koymaktır ama hırstan uzaklıktır. Vakardır Ases. Taç atışını, yapacağı yöne değil de başka yöne bakarak yapıp, rakibi aldatmak bile yazmaz Ases'in kitabında. Topu ayağında tutmaz, var mı yok mu sahada belli değildir ama o olmazsa, olmaz. Öne çıkmaz Ases, ama başroldedir figüran kılığında. İşte bir parça tanım: "Ases, üslup sahibi oyuncu. Üslup sade fikirde değil, vücutta da olur. Bir topa çıkış, bir kafaya yükseliş, bir adam kovalayış, bir top sürüş, bir degajman, bir taç atış yetiyor bunu belli etmeye. Bir, doymak için hapır hupur atıştırmak var, bir de tadını çıkararak yemek yemek. Üslup sahibi oyuncu ile zora dayanan oyuncunun farkını yapan da bu, sahada. Denge ve ölçü. Üsluba şiirini veren de bu. Sinirlenmeden, telaşlanmadan, yel yepelek, yelken kürek, büyük bir ıkınma göstermeden, hiç yorulmuyormuş gibi oynamak. Yere hem tüy gibi hafif, hem de beton gibi sağlam basabilmek. Hem yumuşak, hem sert, hem acelesiz hem süratli olabilmek. Vücudunun bütün hareketlerine bir müzik enstrümanı gibi hükmetmek, saha üzerindeki kayışlarını bir koreograf gibi yönetebilmek, antrenörün, eğitimin insanlara öğreteceği şeyler olmasa gerek. Bunlar insanın hamurunda ya vardır ya yoktur... Ases başlıbaşına bir üslup. Üslup sahibi insan güzelliğin, kozmik kuralların sırrına, bilmeden de olsa varmış demektir. Üslup sahibi insan, istese de kötü kişi olamaz. Ases, kötü kişi olamaz."

Bu üslup, bu iyi insanlıktır, Haldun Taner'in, "Ases'i seviyorsak, umut vardır" demesine yol açan. Zora dayanan futbolun baş tacı edildiği günlerde, dönüp dönüp Ases'i bize okutturan da, bu umuttur. Artık yalnızca edebiyatta kalacağından korktuğumuz bir umut...

Alex'i sevmemiz de bundandır kuşkusuz. Bir Ases figürünün cisimleşmiş hali olmasındandır. Bir tarzı, bilince çıkartılmamış bir dünya görüşünü yansıttığını fark etmemişliğini sevmektir. İsimler çoğaltılabilir, kişilerin arzusuna kalmış. Ama bir gerçek, değişmeyecektir yazık ki: Azaldılar. Bitiyorlar. Vandallık, çörekleniyor üslubun üzerine.

Not: Yazı çok uzadı ve Alex örneği işlenemedi. Geleceğinden emin olduğum, "bak sahada öyle oynayan ama kişisel hayatında ne herzeler yiyenler, sahada ne mesajlar verenler var" türü itirazları da peşinen yanıtlayamadım. Kemal Okuyan'ın geçen yakındığı gibi, "sürecek" ibareli yazıların da genellikle yazarı "kandırıkçı" durumuna düşürdüğünü bilmem nedeniyle de, "belki devam ederiz" diyorum.