30 Ağustos'tan Geçenler…

Tam on yıl olmuş, yine bir 30 Ağustos'ta, Çetin Altan'ın bir makalesinden hareketle vatan ve bağımsızlık kavramlarına değineli. O makalesinde, bir generali Rus ruletine çağırmıştı. Tabancaya tek mermi koyulacaktı. Namlu, bir generalin şakağına dayanacaktı, bir Çetin Altan'ın. Bakalım, kim vazgeçecekti vatandan, kim canını vermeyi göze alacaktı. Hazindi. Altan, ne kendisi adına, ne generalin yerine, bunu oğluna teklif edemeyecekti. Onda, şakağına dayanmış bir namlusu olan tabancanın tetiğini düşürmesine değecek hiçbir kavram yoktu...

Son günlerde, hedef tahtasına, "bağımsızlık" kavramını koyalıberi liberaller ve başlarını Ahmet Altan çekeliberi, aklıma bu düello çağrısı gelip duruyor. Gerçekten hazin...

Aktüel dergisinin editörü Defne Asal Er, geçenlerde Osetya'da neler olup bittiğini soran kızıyla yaptıkları sohbeti aktardı köşesinde. "Bağımsız olmak istiyorlar" dediğinde, kızının yüzünde beliren "hayretli ve hınzır gülümseme"den bahsetti. Hayır, "Yeni Dünya Düzeni"nin ekmeğine yağ süren, bugün soL'un manşetine çıkan türden şeyler değildi kastedilen. Aksine, işin içine atomizasyon girince, hararetle destekliyorlardı parçalanmayı. Defne Asal Er, "o çok yüceltilen, 'kutsal' ilan edilen, uğruna nice kanlar dökülen 'bağımsızlık' kelimesi"ne -kelime, kavram bile değil- gülüp geçiyor, lanetliyordu, ama emperyalizme karşı verilen bir mücadeleyse... Rehberi Ahmet Altan'ın "bozulmamış ezberlerle uğraştığı, pek sorulmamış soruları sorduğu" makalesini salık veriyordu.

Kızıyla beraber gülüp geçmişler bağımsızlığa! Kızıyla beraber lanetlemişler insanların gözünü boyayan, insanlık tarihinin en tehlikeli bu kavramını!

Nerede yapmışlar bunu? 2008 Türkiyesi'nde... Neyse ki, bir düello çağrısı ekseninde kuşak çatışması yaşamayacaklar.

Sorulmamış sorular, bozulmamış ezberler... Daha neler! O gözü boyanan, "kan" döken, "kan"ı dökülen insanlar, olduğunu biliriz hep. Her 30 Ağustos'ta geçer önümüzden Kerim mesela. Aptal! Kamburu olmayabilirdi, ama var o Kerim'in! Kartallı Kâzım denen aldatılmış zavallı, kurtuluştan önce de, sonra da, bahçıvandır. Enayi! Mamak'tan, Erzincan'dan, Kemah'tan gelenler, gözden gezden arpacıktan başka yerleriyle selam vermeyi bilmeyen cahiller! Ya o, ayın altında dönen ilk tekerlekler, hiçbir zaman, hiçbir menzile erişmeyecek gibi, o tekerlekleri çeken ufacık, kısacık, hasta kırık boynuzlarında pırıltılar taşıyan öküzler ve bizim kadınlar ve onbeşlik şarapnelin çeliğinde uyuyan ince boyunlu çocuklar... Üç numrolu kamyonetinin patlak lastiğine, çırılçıplak kalasıya urbalarını dolduran Şoför Ahmet ve nihavent şarkısı...

Gelip geçerler her 30 Ağustos'ta önümüzden... Alt tarafı bir manipleyi tıklatır durur Manastırlı Hamdi, Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini tutacağına, teknesinin küreklerinde ellerini parçalar İsmail...

Ne uğruna? Hiç! Her 30 Ağustos'ta, aptalca harcanan hayatların, gözü boyanmış insanların temsilcileri olarak geçer dururlar kan revan içinde.

"Sizi kimin yönettiğinin ne önemi var, önemli olan, nasıl yaşadığınız" derken de, yeni bir şey söylemiyor Ahmet Altangiller aslında. Aha, tarihte kayıtlıdır:

"Ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günler"de Erzurum'a telgraf yağdıran hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, çıtı pıtı diller ve pamuk gibi eller, yine Türkiye'yi maceralardan, cehalet içinde geri bıraktırılmaktan kurtaracak "geniş kafalı" temsilciler olarak Sivas'a da gelmişlerdi, "sapsarı yılgınlıkları ve ihanetleriyle". Yanlarında bir de Amerikalı gazeteci vardı. "Ve Erzurumlulardan ve Sivaslılardan ve Türk milletinden çok, işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı." Amerikan mandasını kabul etmek, en akılcı şeydi onlara göre. Yoksulluk diz boyuydu, yelkenli bile yapamıyorduk, cahildik kapkara. Yenilgi muhakkakken, "istiklal ile manda birbirine mani şeyler değilken Amerika, Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etmişken Türkiye'yi de modern bir ülke yapabilecekken", himayeyi reddetmek aptallık değil miydi? Hem, "Yeni Dünya" ile birlikte, modası geçmiş, ancak kafada ve cepte taşınabilir bir şey olmuştu istiklâl ve müstakil kalınamazdı böyle bir zamanda.

Nâzım, bunları bir belgeden aktarmıştı. Halide Edib'in mektubundan... Hangi ülkenin mandasını kabul daha hayırlıdır hakkımızda diye tartışan mektuptan. Günümüz diline aktarın, basın altına Altan imzasını, kim fark eder?

Dememiz o ki, bozulacak ezber, Altan'ın yazdıklarından değil, tarihten yansıyordu. Sorulmuş sorulardı hepsi. Ama ne çare, birileri gerçeği göremiyordu o zaman da ve "hayır!" diyordu, "manda ve himaye, kabul edilemez"... Ve bu yontulmamışlık yüzünden ölüyordu, ölüyordu insanlar cephelerde.

Her 30 Ağustos'ta, Ahmet Altan'lar geçer önümüzden... Ateşten ve ihanetten yanan gözlerle izlenen bir maceradır bu...

Her 30 Ağustos'ta, Çetin Altan'ın düello çağrısı gelir aklıma. Bir de, bir hiç uğruna, üstelik işi şansa bile bırakmayan, namluya mermisi sürülmüş bir tabancaya şakak uzatanlar. Toprak ve hürriyet için ölebilmekten başka kabiliyeti olmayan bu zavallların, dağlarda tek tek yaktıkları ateşler...

Her şey, zıddıyla vardır denilir... Doğrudur.