28 Şubat Mutabakatı

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt, “Balyoz” davasındaki tanıklığında, “2003’te irtica tehdit olarak görülüyordu. Öncelik değişir ama şu an öncelikli tehdit terör” dedi. Terör kısmını dışarıda bırakırsak, irtica bağlamında, doğrudur bu ifade aslında. Artık bir tehdit değildir irtica. Tehlike değildir. İktidardır. “Önceliğin değişebilirliği”, gülünç bir kuyruk dik tutma çabası, secdeye varmış bir kurum adına sıkılmış palavradır.

Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın, “irtica PKK’den daha tehlikelidir” demesinden yıllar sonra oluyor bu...

Tan Oral’ın bir karikatürü gibi 15 yıl sonraki değerlendirmeler. Ufacık bir kızcağız, çarşafa bürünmüş, karşısında dehşete düşmüş bir ifadeyle, parmağıyla o kız çocuğunu göstererek “İrtica!” diye çığlık atan otoriter bir adam... Bizi o adama güldürmeye çalışan karikatür yerini buldu, bunun ne kadar saçma bir şey olduğuna toplum ikna edildi bu geçen sürede.

15’inci yıldönümünde, hani neredeyse, yurtiçinde ve dış temsilciliklerde coşkuyla kınandı 28 Şubat. Zamanında hararetle destekleyenlerin büyük kısmı da dahil, post-modern bir darbe olduğu, seçilmiş iktidarı devirmeye yöneldiği, demokrasi karşıtı girişim niteliği taşıdığı, medyayı da görevlendirerek bu emeline ulaştığı, Müslüm Gündüz’üyle, Aczmendileriyle, Fadime Şahin’iyle bir oyunun sahneye konulduğu, irtica bahaneleriyle Kemalist diktatörlük sopası sallandığı gibi konularda geniş bir mutabakat sağlandı.

Bırakalım 15 yıl önceyi bilmeyi, hatırlamayı, bugün yaşadığımız ortama baktığımızda, bütün bu uzlaşma, kimilerince mahcubiyetle, kimilerince artık tümüyle alt etmişliğin keyfi ve cakasıyla 28 Şubat’ı lanetleme, irticaya beyaz bayrak sallanmasından başka anlam taşımıyor bugün.

Küllenmiş bir toplu bellekte, askerî otoritenin, seçilmiş Refah Partisi iktidarını devirme hamlesi olarak kalmışsa 28 Şubat, aynı otoritenin,12 Eylül’de işçi hareketine, sola, Kürt halkına karşı, Türk-İslam sentezini resmî ideoloji olarak belirlemesinin, bir dalgakıran olarak dinci gericiliği besleyip büyütmesinin bundaki payı tartışılmaz elbet. Keza, kuruluşundan itibaren soldan, komünist hareketten duyulan korkunun ve yok etmeye yönelik mirasının temsilcisidir.

Ama 28 Şubat’ta, bu nitelikleri bilinen, NATO güdümündeki asker, sadece “irticai faaliyetlere” dikkat çekmekten ibaret kalmamış, bu, ABD’nin Ortadoğu ve özellikle Irak hamlelerine karşı, belli bir mesafe koyuş gözlemlenen bir dönemle de çakışmıştır. “Öncelikli tehdit irtica” ile Batı desteği bağını kurmuş, AB üzerinden emperyalizmi telaffuz etmiştir. Yürürlüğe girmesi önlenemez bir yapılandırmaya, son kırıntıların, cılız ve kof bir Kemalist damar itirazı, tutarlı olması niteliği gereği beklenemeyecek bir refleksttir bu. Saman alevi gibi parlamış, kısa vadeli bir hedefe yönelmiş, hemen akabinde kurumsal, sınıfsal, organik ilişkileri nedeniyle, silah bırakmayla sonuçlanmış, iş olacağına varmıştır.

İrtica, şeriatla yönetilen bir ülke aşamasının adı değildir, tarihsel ilerleme niteliği taşıyan bütün hamlelerden geriye dönüşü amaçlayan, eskiyi yeniden tesise yönelik gericilik hareketidir. Haydi, Kemalist tanımıyla aktaralım: “Milletimiz çok büyük bir devrim gerçekleştirmiştir. Fakat bu yeniliğin kesinlikle tersine bir hareketi gerektireceğini hatırımızdan çıkarmamak gerekir. Bu harekete irtica derler.”

Gericiliğin bu tanımını göz ardı edip, sadece “laiklik” sorunu olarak gören ve gösterenlerce, irticaya her dikkat çekiş, Oral’ın karikatürüyle sınırlı bir çerçeveye sıkıştı kaldı.

Son olarak, “tevhid-i tedrisat”tan ve 28 Şubat’ta İmam Hatip’lerin orta kısımlarının kapatılmasından 4+4+4’le intikam alınması hesaplarının gösterdiği gibi, sosyal hayatın her alanında Cumhuriyet’in izlerinin silinmesi, irticanın galibiyetini gelecek kuşaklara da sağlam temellerde devredeceğinin ifadesi değildir sanki. Büyükanıt, buna teslim oluşu dile getirmiştir.

Üzerinden 15 yıl geçtikten sonra, belki MGK’nın 18 maddelik bildirisine yeniden bakmak ve yaşadığımız günün realitesiyle onları yüzleştirmek, daha sağlıklı bir değerlendirme olanağı sunabilir.

28 Şubat’ın hemen ertesinde, “Papirüs” dergisinde “Tuzak İkilem: Darbe mi Şeriat mı...” başlıklı yazıda söylediklerim, bugün bazı düzeltmelere ihtiyaç duyuyorsa da, temel olarak değişmediğinden, burada yeniden bu konuya girmeyeceğim. Değinmek istediğim şey işin başka bir boyutu...

Bugün açıktan AKP yandaşlığına soyunmuş olan liberal solun, bunun sinyallerini o günden net vermiş oluşu, orduyla, Kemalizmle, “halka rağmen”cilikle, ceberrut Cumhuriyet’le, Jakoben zorlamalarla mücadele adına, gericiliğin payandası haline gelişi.

28 Şubat Kararları ne diyorsa tersini savunarak, askerî dayatmalara karşı demokrasiyi savunduğunu zanneden alıklık, demokrasinin zerresini bırakmayacak bir yükselişte kendi çapında rol oynadı.

Gericiliğin bütün aktörleriyle kol kola girip, gülücükler yaptılar. Tarikatlara, tekkelere, şeyhlere özgürlük istediler. Kuran kurslarını sivil inisiyatif olarak tanımladılar. Refah Partisi’ne destek bildirileri yaydılar. Kılık kıyafet özgürlüğünün, türbanın bayraktarı oldular. Gerici katliamlarda, kışkırtıcı aydınlar aradılar. İmam Hatip okullarını cansiperane savundular. Fethullah Gülen’le birlikte gözleri yaşardı. Ekonomi alanında yeni sermayenin yükselişini takdirle karşıladılar.

Bunların hepsi kayıtlıdır ve hepsi, askere karşı demokrasiyi savunmak adına yapıldı. Bunların ülkeyi kuşatan bir gericilik ağı olduğunu söyleyenlere, Genelkurmay’la aynı ağzı kullanmak suçlaması yöneltmek, dillerinden düşmedi.

O tuzak ikileme, yani açmaza düştüler, düşürdüler. Ya asker, ya gericilik!

Sınıfsal bir bakışı, devrim perspektifini kaybettikleri oranda, tek çelişmeleri asker kalanların, şimdi gericiliğin hüküm sürdüğü koşullarda demokrasi zaferi kazanıldığını söylemeleri, yeni değildir yani.

Çünkü, 12 Eylül sendromu, çıplak zor ve otorite, daha o zamandan, temel bir önermeyi buharlaştırmıştı. Ellerinde “asker kötüdür“ önermesinin tek karşılığı olarak, çünkü silahlıdır, otoriterdir, vesayet sahibidir kalmıştı. Oysa, biz biliriz ki, ordu, hâkim sınıfların silahlı baskı gücüdür ve bu niteliğiyle değerlendirmeye tabidir. İşte o “hâkim sınıf”, bütün sınıf kavramları gibi, formülden çekilip atılmıştı. Kendi kendine devinen, kötü adamlardan mürekkep bir aygıt kalmıştı ortada.

Kemalizm ve Cumhuriyet dahil, bütün bir sistem, sınıfsal temelinden bağımsız değerlendirilen, zora ne kadar başvurduğuyla ilgilenilen, “çoğunluğun talepleri”ni ne kadar kayda aldığına bakılan birer kurumlaşma olarak görülür olmuştu. Ve bu kurumlaşma da, orduyla temsil ediliyordu. Hâkim sınıfla bir dert yoktu, varsa yoksa demokrasiydi sorun. Demokrasi de, sadece çoğunluk iradesinden ibaretti, ilköğretim kitapları öyle diyordu. Tarihsel ilerleme, zorun yeni toplumun ebesi olması gibi hikâyeler, demokrasi ve özgürlük aşkıyla tedavülden kalkmıştı. “Otoriter kurumlaşma”yla hesaplaşma girdisi, tarihteki her ileri adımdan nefret, her geri olana muhabbet çıktısına varmıştı.

Öyle olunca, kuruluş felsefesini edindikleri kurumsal yapıdan kalma bir burjuva cumhuriyet damarına, şimdi tümüyle kurumuş damara, bir pıhtı atışı halinde de olsa kan yürümesi ve bu felsefenin irticaya karşı bir direnç göstermesi de, hakim sınıf rejimleri arasında bir çelişmenin değil, olsa olsa, askeri vesayetin izdüşümünden ibaretti.

O gün “28 Şubat darbesi”ne karşı mücadele mevzisini gericiliğin yanında kuranlar, içinden “sınıf” ayıklanmış formülasyonla tek derdi asker kalan “iyi niyetli ve pek devrimci” saflarla birlikte, AKP’nin yandaşı, “ileri demokrasi”nin neferleri, düzmece yargılamaların tetikçileri, cemaatin sözcüleri olduysa ve bunun uzantısı olarak, “halk iradesinin tecellisine saygı” adına, tarihe her türlü müdahalenin, devrimlerin amansız düşmanı kesildiyse, “gericilikle mücadele, bağımsızlık, devrim” denildikçe darbecilik yaftası halen kullanımdaysa, dönüp o tarihe bir de bu açıdan bakılmalıdır.

Şu, asker eliyle Milli Görüş’çülerin mağdur edilmesi nedeniyle, AKP’nin yükseldiği meselesi de var. 28 Şubat’ın, bunun önünü açmak için “tezgâhlandığı” rivayeti, 1950’lerin, 12 Eylül’lerin ürünü olduğu gerçeğinin bir parçası olarak görüyor gelişmeyi. Sonuçlara bakarak, bir hareketin amacını saptamak, yaygın bir yanılgıdır, malum. O zaman, sırasıyla ANAP ve DSP ağırlıklı hükümetlerin izlediği politikaların, “Milli Görüş gömleğini çıkaran” AKP kadrolarının ülkenin yeniden dizaynına hazır hale getirilmelerinin, ABD’nin bölgesel projelerinin, “28 Şubat’a rağmen” o cılız damarın tasfiyesinin pek bir rolü yok yani. Mağduriyet!

Şakayla bitirelim bu iç sıkıcı yazıyı: İnsanın sorası geliyor, yahu bu askerin bizden çok mağdur ettiği var mı, niye bu halkın teveccühü bize yönelmez?