27 Mart Bildirileri ve ‘Reklam Yüzü’ Hitler...

Ben efendi efendi, gayet ciddi, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi üzerine birşeyler söyleyecektim sadece. Şöyle ki...

Bu yıl için Kenan Işık’ın tiyatrocular adına kaleme aldığı “ulusal” bildiriyle, Yakın Doğu Üniversitesi Sahne Sanatları Öğretim Görevlisi unvanıyla imzalanmış Cihan Ünal’ın bildirisi dolaşıma girdi epey önceden.

İki bildiri arasındaki fark, kadim meselemiz, sanatın ve sanatçının sorumluluğu noktasında düşünmeye sevkediyor bizi.

Cihan Ünal, YDÜ’yü bağlamaktan öte bir temsil niteliği olmayan bildiriye neden gerek duymuş bilmiyorum, belki bir hikmeti vardır, tiyatrocu arkadaşlarım aydınlatırlar, ama, kalemini biraz daha rahat oynatabileceğini varsaydım, daha kuşatıcı ve geneli ilgilendiren Kenan Işık bildirisine göre. Oysa, Ünal, Nietzsche’den girip III. Richard oyunundan bir anekdottan çıktığı metninde, “kaliteli izleyici” arayışına odaklanmış. Yüksek kültür seviyesine sahip, duyarlı, ucuzluğa prim vermeyen izleyiciymiş, Ünal’ın tek eksiği. Estetik kaygılı, dile özenli...

İzleyicisi böyle olsun isteyen bir sahne sanatçısı, onların “bayağılığa, şaklabanlığa” teslim olmasıyla sonuçlanan bir toplum imalatının etmenlerine tek kelimeyle değinmeden, “duyarlılık” çağrısı yapıyor. Haliyle, elimizde boş, aktardığı anekdot üzerinden seyirciye “eşek” diyen bir metin kalıyor ki, geçtik Ünal’ı, 27 Mart adına utanç vericidir.

Tiyatrocu arkadaşlarımız, örneğin yazarlarımızdan Orhan Aydın, sıkça bu alanda yaşanan AKP vandallığını dile getirdiği, salon yıkımlarını, kültüre darbeleri aktardığı ve her şey ilgililerin gözleri önünde olup bittiği için, bunları tekrarlamayayım. Cihan Ünal da biryerlerden öğrensin bir zahmet, en azından Kültür Bakanı zatın demeçlerine kulak versin. Olmadı, yüksek sanatlar arasında saydığı baleyle, operayla ilgili Başbakan yorumlarını anımsasın.

Kenan Işık ise, “tiyatro öldü” tekerlemesinden giriyor söze. Bu “usandırıcı” laf gerçekse, gömelim tiyatroyu ve tiyatrocuları, hazır kazma kürek elimizdeyken de, salonları yıkalım, yıkamadıklarımızı çürütelim, böylece bu “fitne ve fesat”la akılları çelen beladan kurtulalım diyor. Yerle yeksan olsun özgürlük, adalet, barış, vicdan diye sürdürüyor.

İki bildiride, iki “tiyatro katili” saptaması. Birinde, kalitesiz izleyici. Diğerinde siyasal ve kültürel yıkım.

Işık da, Shakespeare’den söz ediyor. Bir sonesini aktarıyor. Günümüzü yansılayan 66. Sone’den bir parça. Son aktardığı dizeye, “Kötüler kadı olsun Yemen’e…” dizesine, “Mısır’a, Tunus’a, Libya’ya, Suriye’ye” güncellemesi ekliyor. Böylece: “Bir tek, dünyayı bir satranç ustası gibi kendi çıkarlarına göre biçimlendiren egemenlerin tekelindeki o ucuz, sığ ve kof kültür yürütsün hükmünü, televizyonlarda, sinemalarda, kitapçı vitrinlerinde, DVD raflarında.” Ünal'ın yakındığı seyirci profilinin de neyin sonucu olduğuna işaret ediyor bu, Işık'ın muradı ne olursa olsun, durumun reelliğinde.

Ünal, biraz kaliteli olun ve bize el verin ki “yaşasın tiyatro!” diye bitiriyor bildirisini, Işık, kabullendiysek “unutalım tiyatroyu!” diyor son söz olarak. Eğer umut bittiyse unutalım. Tiyatroyu, insanı, insanca olanı. Ve bırakalım, kıyametini yaşasın dünya...

Bu iki bildiri arasındaki farkta olanca netliğiyle beliriyor, yazanlardan bağımsız olarak iki tavır. Bu, “yazanlardan bağımsız iki metin”in altını çizeyim. Sanatın ve sanatçının işlevi, sorumluluğu üzerine bir kez daha düşündürüyor bizi 27 Mart, her yönüyle. Seyirciyle ya da siyasal iktidarla kavga seçimi, tiyatronun bugünü ve geleceği açısından neyin belirleyici olacağını gösteriyor. Ve bir garip tecellidir, yıkımlardan söz eden bildiri, müsebbiblerin “resmî” sahnelerinde okunacak, “kabahat seyircide” diyen, bir eğitim kurumunda!

* * *

Ha, onu diyecektim, böyle efendi efendi birşeyler karalayacaktım, bu özetin parantezlerini açarak. İki bildiriyi kıyaslayınca olumladığım metnin imzasını taşıdığı Kenan Işık bu yazdıklarının neresinde sorgusu açacaktım mesela. Ne var ki, yazıya oturmadan bakkala girdim. “O ne ya!” demeseydi bakkal, onun gözlerini diktiği ekrana dönüp bakmayacaktım ve bir an Hitler çarpmayacaktı gözüme. O müşterilere daldı, ben de tam anlamadım, arkadaşlara sordum eve gelince. Doğruladılar ve linkini gönderdiler şampuan reklamının. Pek yeni de değilmiş galiba ve bahsedilmiş daha önce. “Höh!”, “Bunu da mı görecektik!” türü tepkiler de almış. Bununla abondone olunca, Kenan Işık kurtardı paçayı!

Biomed diye bir şampuanın “reklam yüzü” Hitler. “Kadın elbisesi giymiyorsan” diyor, “kadın şampuanı da kullanma. Artık yüzde yüz erkek şampuanı Biomen var!” Final cümlesi: “Erkeksen Biomen kullanırsın!”

Hitler’in “arî Alman ırkı”na seslendiği görüntüye ses monte edilmiş. Markanın sitesinde de “erkek ve kadın saçının yapısal farkı” olduğu öne çıkartılmış. Hatta ürünün adıyla kelime oyunu da yapılmış, “Bi’o erkek” denilerek, tek “arî” erkek şampuanı olduğu vurgulanmış. Herhalde bununla genetik, ırksal farklılık gelmiş akıllara, oradan da Hitler. Şampuan - sabun bağıntısını, akıllara bu şampuanın bileşiminin geldiğini, bu iğrenç cinsiyetçilikteki "erkek"liğin, yine aynı dolayımla eşcinsellere reva görülenleri çağrıştırdığını hiç söylemeyelim.

Faşizmin bu derece meşrulaştığı bir noktaya geldiğimiz açısından da bakılabilir ve analiz nesnesi yapılabilir bu reklam tabii, yapılacaktır da eminim, ama başka bir açıdan düşünelim.

Bu “müthiş fikir” de, son olarak o illet 118'li reklamlardan bilinen, Hulusi Derici ve ajansı elinden çıkmış. Bildik tipik mantıkla, “üzerinde konuşulması markayı var eder” demiş. Örnek olarak da, Madonna'yı, Tayyip Erdoğan'ı ve Hülya Avşar'ı vermiş. Onlar yapanlar, üretenlermiş, başkaları da onları konuşan. Hem bu reklamda espri varmış, ama anlamıyormuşuz. Bu pespaye adam, fikirleri ve reklam portföyüne bakıldığında hayli sinir bozucu, ama konumuz değil. Onu “reklam dâhisi” görüp ödüllendirenlerin, eline öğrenci verenlerin ülkesinde, Hitler şampuan satar, bir tiyatrocu “banal seyirci”ye giydirir deyip geçelim.

Reklam, ürünü konuşulur kılmaksa, ilgi çekmekse, bu beynin eserlerine, örnek verdikleri gibi, o açıdan başarılı diyebiliriz. Ama her dikkat çekiş, o ürünün tüketilmesine aracı olmaz, tam tersine yol açabilir. Bunun kaderi de böyle görünüyor. Reklamın amacı ürünün tüketilmesiyse, tepki boyutuyla da olsa ilgi çekmekle övünemez bu markanın reklamcısı. Eğer satış önemli değil, aslolan bir ideolojik - zihinsel dışavurumdur deniliyorsa bilemem. Yok, Hitler'in “satacağı” yere gelmemize de daha var... Yani, umuyorum...

Ben yıllardır bir vücut şampuanı kullanırım, geçen yine alışkanlıkla alıp kasaya gittiğimde, muhabbetimiz olan kasiyer kız, “size hiç yakıştıramadım bunu kullanmayı” dedi. Şaşırıp sebebini sordum. Yeni bir uygulama olarak, benim hiç dikkat etmediğim, şampuanın üzerine yapıştırılmış etiketi gösterdi: “Artık kadın gibi kokmayacaksınız” mealinde bir şeydi. Utandım ve o “ayrımcı” şampuanı rafa bıraktım. Onca yıllık markanın aklına da böyle bir şey gelmişse, demek bu yeni bir trend...

Bu reklamcı şapşallıkları, bana eskiden değindiğim bir şeyi anımsattı. Hafta sonu yazısı babında, hafiflik olsun, bu vesileyle ısıtayım, tekrar servis edeyim.

* * *

Şu eski hikâyedeki, tabelasına kol saati fotoğrafı yerleştiren fennî sünnetçi vardır ya hani, “ulan ne alaka” diye sorduklarında, “ee, ne fotoğrafı koyacaktım yani” diye cevap veren... Bence, adamcağız hiç de sırf çaresizlikten, yani, hizmete konu “edavat”ın biraz netameli olmasından, ya da edebe mugayirliğinden dolayı başvurmamıştır buna. Düpedüz, pazarlama mantığının gelişmişliğinin göstergesidir o tabela.

Düşünsenize, hizmet sunulan organın, dahası, bizatihi hizmet-organ ilişkisinin caddeden geçenlerin rahatlıkla görebileceği boyutlarda resmedildiğini. Ve o resmedilmiş eylemi bir potansiyel müşterinin gördüğünü. Olacak şey mi daha o yavrucağı o kapıdan sokabilmek...

Halbuki, söz konusu tabela, yoldan geçen aday çocuğun gözüne takıldığında, muhtemelen, geleneksel olarak işlem sonrası mutlaka bir aile büyüğünün getirip takacağı bir saate kavuşma dürtüsüyle, sünnetçinin müşteri portföyünde bir çentik olmayı kuzu kuzu kabullenecektir biçare. Hikâye eski zamanlara ait olduğu için saat diyoruz, şimdilerde geçseydi, o tabelada, cep telefonu ya da play station da olabilirdi. Fennî sünnetçi halen var mı, işlem halen öyle netameli mi, onu da bilmiyorum ama fark etmez.

Reklam mantığının biricik ilkesi, arz edilen ürün ya da hizmete talep yaratmaktır, bunun için de, dolaylı-örtük kamçılama yolları kullanılabilir.

İstanbul’un en işlek ve hatırı sayılır anacaddelerinden birinde, koca bir et lokantası. Nedir, lacivert gecede bir yanıp bir sönen amblemi? Sevimli mi sevimli bir kuzucuk! Hadi girin içeriye, yiyebilirseniz yiyin de göreyim. O kuzucuk sürekli gözünüzün önüne gelecektir, hiç uğraşmayın. Tabağınızda duran çatal, bıçak, dişle parçaladığınız, öğüttüğünüz et, belki de birkaç gün önce anneciğinin yanında neşeyle hoplayıp zıplıyordu. O neon çubuklarıyla çizilmiş kuzucuk, gırtlağınızda yanıp yanıp sönmektedir şimdi..

Öyle kasaplar da vardır. Et almak için girer, bir anlık tereddütten sonra, adres sorup çıkarsınız. Çünkü, güya, şirinlik diye, reklam olsun diye içi doldurulup ortalık yere konulmuş bir kınalı kuzuyla göz göze gelmişsinizdir. Ya da, galiba yasaklandı ama, bazı mahalle arası kasaplarda hâlâ rastlarsınız, çengellere asmışlardır bütün koyunları, popolarına da kırmızı elişi kâğıdından süsler tıkmışlardır. Böyle bir yabancılaştırma efekti, görülmüş şey midir yahu! Kendinizden iğrenerek kaçarsınız oradan...

Denilebilir ki, bunları görmesek bile, o etin masamıza servis yapılmadan önce, böylesine sevimli, kanlı canlı, zararsız bir hayvancık olduğunu bilmiyor muyuz ki... Biliyoruz da, biz zaten içgüdülerimizle, damak zevkimizle, beslenme dürtülerimizle etik arasında mücadele verirken, vejetaryenlik modasına karşı kahramanca direnirken işi et satmak olan zevat, hangi akla hizmet, hem bizi hem kendisini sırtından hançerler de, müşterisine moral çöküntü yaşatır, vicdan azabına sürükler?

İşte, reklama iki farklı bakış. Biri, şeyini keseceği, canını yakacağı çocuğu bile, güle oynaya gelip paşa paşa teslim olur hale getiren bir yaklaşım. Öbürü, müşterisinin yüzüne karşı, “bre vicdansız, hiç mi için sızlamayacak şu masumu yalayıp yutarken” diye bağırarak kaçıran bir yaklaşım.

Şöyle de bakılabilir. İkinci kesim, yani benim alıklar kategorisine koyduğum reklam mantığından habersiz olanlar, daha dürüst davranıyor belki de. Sigara paketlerinin üstüne, bizzat üreticinin, “sağlığa zararlıdır” diye yazması gibi.

* * *

Faşist Hitler’i reklam yüzü yapan cinsiyetçi şampuan yüzünden nerelere gittik. Halbuki ben efendi efendi 27 Mart’tan söz edecektim. Bu “saptırma”ya inat, kahrolsun faşizm, yaşasın tiyatro!