1 Mayıs’ta Solcular, Sivas’ta Aziz Nesin...

İnsan belleğinin unutmayla zedeli olduğu bilinir. Bu unutkanlığa, bir de belleğin seçiciliğini, insanın her evrede, o anki durumuna uygun anı parçalarını alıp, gerisini silebilme yeteneğini ekleyin ki, bu parçalı anımsama da, unutma kadar yanıltıcıdır.

Bazen de öyle bir iz bırakır ki yaşananlar, olmadık detaylarına kadar yer eder bellekte. İlk kez kendinizi bir örgütün parçası hissettiğinizi, ilk kez görülmedik çapta bir kitle eylemine katıldığınızı, ilk kez böylesine bir coşkuya kapıldığınızı, ilk kez ölümü bu kadar yakın hissettiğinizi, ilk kez bir katliama tanık olduğunuzu, ilk kez bundan sorumlu tutularak bir travmaya maruz kaldığınızı ve hepsini aynı gün yaşadığınızı düşünün.

Hayır, 1 Mayıs 1977’ye ilişkin benim de anılarım, anımsadıklarım var demek için yapmadım bu girişi. Bir de “Maocu artık” cephesinden aktarmalar yapacak da değilim. Sadece, böyle bir yaşanmışlığın, hiç farkında olmadan belleğinize hangi ayrıntılarla gömüldüğünü ve tümünün bir anda su yüzüne çıktığını görmenin şaşkınlığına vesile oldu, son günlerdeki ifşa furyası.

Kuşkusuz, bunlar da bir yönüyle seçilmiştir, yanıltıcıdır, parçalıdır. Bu yüzden dönemin dergilerine, gazete kesiklerine bakıyor ve ilk anda aklıma gelenlerin gerçeğe uygun olup olmadığını kurcalıyorum.

Halil Berktay’ın açtığı kapıdan sökün eden tayfanın kontrgerillayı ve dolayımıyla devleti aklama, suçu devrimcilere yıkma gayreti, elbet gereken yanıtı da aldı birçok isimden. Kimilerinde eksik ya da seçilmiş anımsamaların izleri görülse de.

Buna, yukarıda söylediğim kurcalama kaynaklı “bakın, o zaman kim ne demişti” ya da “olay şöyle olmuştu”lara bağlanacak bir “katkı”nın anlam taşıdığından emin değilim. Tıpkı, Berktay’ı yanıtlarken bile, dönemin jargonuyla bir “Maocu umacılar” lafzını yinelemenin ve olayla ilgili oraya işaret edecek göndermelerin, en hafif deyimiyle, dikkatsizlik olduğunu düşünmem gibi.

Dünkü yazısında Merdan Yanardağ, tabloyu genel hatlarıyla ve olabildiğince nesnel veriyor. Daha derinine inmenin, ya da Yavuz Alogan’ın “Yarınlar” dergisinin sitesindeki “detaylı tanıklığı”nın “sol birbirini vurdu”ya gelip dayanmasına hayret etmenin önemi yok.

Konuya belki şöyle bir doküman anımsatmasıyla, Halil Berktay üzerinden bakabiliriz. Berktay’ın “bu katliamda devletin rolü yoktu” demesini çıkarın, kalan kısmı, o zamanlar içinde yer aldığı siyasi oluşumla paralellik gösterir.

Aydınlıkçı grubun Halkın Sesi dergisi, katliamın hemen sonrasında, diğer “Maocular” gibi, “MC’nin kanlı tertibi” manşeti atmış, polisin halka ateş açtığını söylemişti. Ama yazının üçte ikisini, “üçlü oportünist blok” dediği Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği gruplarını, kendilerini dinlemeyerek mitinge ayrı olarak katılmaları nedeniyle eleştirmeye ayırmıştı. Başlangıçta, bir provokasyon ortamı doğacağına dikkat çektikleri, bu yüzden kendilerinin katılmaktan vazgeçerek, sendikalarla, kitle örgütleriyle ya da münferit olarak alana girmeyi önerdikleri ve bunu uyguladıkları doğrudur.

Ama, her hafta dozu biraz daha artırarak, sonuçta, alandaki kitleye Tarlabaşı yönündeki bu gruplardan ateş açıldığını, Sular İdaresi’nin üzerindeki silahlı polislerin, olay sonrası inceleme yapan görevliler olduğunu, biricik sorumlu olarak bu “üçlü blok”un “tekke şefleri”nin görülmesi gerektiğini o kadar vurguladılar ki, ne MC, ne polis, ne kontrgerilla bu tertipte görülür oldu.

Halkın Sesi’nin 3 Mayıs 1977 tarihli sayısındaki kanlı tertipçi MC, 21 Haziran tarihli sayıda, “Üçlü Blok’un Sular İdaresi Balonu”yla tümüyle ikinci plana düşmüştü. Evet tertipti, tertipti de, alana açılan ateşlerin ana noktaları da, alanın içindeki provokatörlere aitti ve artık devrimciler bu gerçekleri görüp, diğer gruplardan ayrılmalı, “Papaz Gapon”ları yalnız bırakmalı, sağduyunun sesi Aydınlık’a katılmalıydılar... Dert buydu artık...

Bu açıdan, Berktay, sadece flulaşmış “tertipçi”yi fiskeyle atıyordu...

Bunu uzatmayalım, diğerleri ne yanıt verdiye girmeyelim. Ama bir anımsatma da, Berktay’a çok öfkelenen Ömer Laçiner’e yapalım kısaca. Diyor ki Laçiner, devleti aklamaya çalışanları, 1 Mayıs 77’yi sola yıkmak isteyenleri eleştirirken, “Biz o dönemin Birikim’inde olayı analiz etmiştik”...

O analizi, Murat Belge, yıllar sonra yeniden yayınlanmaya başlayan dergide, “Dokuz Yılın Birikimi” yazısında alıntılıyor (Birikim, sayı 1, Mayıs 1989):

“Birikim’in depolitizasyon başlangıcı olarak 1977’yi seçmesinin nedeni, o yılın kanlı 1 Mayıs olayıdır. Bunun ne anlama gelebileceği, daha o dönemin Birikim’inde analiz edilmişti:

“ ‘Demokratik sol’ sınırları aşan ve hâlâ arayış içinde olan politik potansiyel, yani toplumsal muhalefet, ‘sosyalistler içi çatışma’dan nasıl etkilenebilir? Bu olay, bu muhalefetin arayışını ne yöne kanalize eder?

“Birbirlerini katleden, sonra da düşmanlığı bildiri ve demeç savaşıyla sürdüren sosyalistler, kendi siyasal-toplumsal anlayışlarını toplumsal muhalefeti oluşturan kitlelere nasıl benimsetebilirler? Bu kitlelere hangi bilinçli eylem perspektifini sunabilirler?

“Taksim’de atılan kurşunlar, toplumsal muhalefet ile sosyalist hareket arasındaki sınır bölgesine sıkılmıştır. Bu sınır çizgisi, devrimcilerin kurşunlarıyla ölenlerin cesetleri ile çizilecekti... Yani amaç, bir politik olgunluk düzeyi olarak sosyalizmi alternatif olmaktan çıkarmaktır... olayın yarattığı, yaratmayı başardığı gerçek kötülüğün etkilerini ise daha uzun süre yaşayacağız. Bunun bilincine varmamakta ısrar etsek bile (Birikim, sayı 28-29, s. 9-10, Haziran-Temmuz 1977).

“1 Mayıs 1977, sosyalistlerin kendilerini kitlelerin gözünde ‘güvenilmez’leştirdikleri tek olay –ne yazık ki- değildi, ama en önemli olaylardan biriydi. 1 Mayıs 1977 ile 12 Eylül 1980 arasındaki sosyalist davranış da, bu çok acı olayın olumsuz etkilerini geçersizleştirecek tutarlı ve sürekli bir başarı çizgisine erişemedi.”

Böyleydi analiz.

Buraya kadar olanları, sadece aşağıda işaret edeceğim nokta açısından önem taşıdığı için aktardım, bir tarih yüzleşmesi olsun diye değil.

Bırakalım şimdi, ne olmuştu, nasıl olmuştu faslını. Bugün bu sayfayı açmanın tek gerekçesi, 1 Mayıs 2012 vesilesiyle bazı anımsamalar mı? Asla.

Olay, bu yılın 1 Mayıs’ının uzun zamandır rastlanmayan bir kitlesellikte kutlanması bu kutlamada, Müslüman sosyalistler maskaralığının reklamlarına, sosyal medyada dolaşan bir espriye göre, biber gazından daha etkili bir kitle kovucu olan “kürsü”ye, pek şenlikli, pek cümbüşlü görüntülere, yandaş sendikaların Ankara mitingine AKP’li Çalışma Bakanı’nın “katılımı”na karşın, daha önceki yıllara göre, politik içeriğin ağır basması üzerine bir kara çalma telaşı da değil.

Herkesin bildiği sol içi çatışmalardan dem vurularak, Berktay ve Çalışlar şapşalı kadar açıktan devlet kollanmasa bile “provokasyon ortamı”na sürekli dikkat çekilmesi, çok bilindik bir senaryonun parçası olmak anlamına geliyor. Görülen o ki, “nesnellik” adına bazı iyi niyetli girişimler de bu değirmene su taşıyabiliyor.

Buna göre: 1 Mayıs katliamı yaşandıysa, buna solcular zemin hazırladı. Sivas katliamı yaşandıysa, buna Aziz Nesin yol açtı. Kubilay şeriatçılara diklenmese, Menemen yaşanmazdı. Solcular, sinema bombalayacak profil vermese, buna inanılmaz ve Maraş katliamı olmazdı. Yabancı askere misafirperverliğe sığmayan davranışlar gösterilmese Kanlı Pazar meydana gelmezdi. Agos çıkmasa, Hrant sağ olurdu.

Sayın sayabileceğiniz kadar. Ateistler, Aleviler, solcular, aydınlanmacılar, antiemperyalistler, kadınlar, “azınlık”lar, eşcinseller... olmasalar, seslerini çıkarmasalar, tahrik unsuru gibi orta yerde durmasalar, provokasyonlara da zemin bulunamaz!

Cinayetlerin, tertiplerin üzerini, bunda gericiliğin, kontrgerillanın, ABD’nin, milliyetçiliğin rolünü örtmek için, tam bir “cambaza bak” sergileniyor.

Bizden de, “asıl zemin hazırlayıcı hangi kesimdi” tartışmasına anılarımızı katmamız isteniyor. Bu oyuna gelmeyiz.

12 Eylül “yargılama”larının temel mantığını, “ortam hazırlayıcı”larla cinayet odaklarını aklamayı, gönüllü uşaklar kamuoyuna sunuyor. Anlayana, böyle şeyler, bizim binlerce makalemizden daha öğreticidir.

* * *

Birkaç söz de, “başladıkları işi bitirecek”lere, Deniz olanlara...

Sevgili kardeşlerim,

Keşke genç bir üniversiteli olsaydım da, yanınızda yürüyebilseydim. Hadi bu olanaksız, hiç değilse bu yazıyı, tümüyle sizi selamlamaya ayırabilseydim. Deniz’ler ilk defa anılmıyor elbet, ilk defa adlarına yürünmüyor. Bu yürüyüşün, 6 Mayıs’ın 40’ıncı yılına denk gelmesi de değil mesele. Bugün, 2012’nin 6 Mayıs’ında Dolmabahçe’ye yürümek, bir başka önem, bir başka anlam taşıyor.

Amerikan askerlerinin denize döküldüğü yere gideceksiniz, o askerlerin filosunu kıble bellemişlerin, o askerler uğruna sizin gibilerin kanını dökmüşlerin iktidarı altında. Bütün güçleriyle yüklendikleri, iktidarlarının önünü alabildiğine açtıkları, tarihi yeniden yazdıkları, ileri olan ne varsa belleklerden sildikleri, kuşaklar boyu istedikleri gibi insanları biçimlendirdikleri, uşaklarını devrimci geleneğe küfretme yarışına soktukları koşullarda, ne bu güçten korkan, ne yalan ve iftira kampanyasına kapılan gençler olarak bu yürüyüşünüz, başaramayacaklarının açık delili oluyor.

Onların olanca güvenleriyle “bu iş tamam” duygusu yaşadıkları anda attığınız bu şamar, şimdiye kadarkilerin ötesinde bir heyecan veriyor. Deniz’lerin mayasının tuttuğunu, bağımsızlık ve devrim damarının kurutulamadığını bu “en namüsait ahvalde” bile gösteriyor ve işte “üç fidan” tanımı, gerçek anlamına sizlerle kavuşuyor.

Bildirinizde, durumun ve eylemin analizini zaten yapmışsınız. “Üniversiteler Deniz Olacak, Emperyalizm ve İşbirlikçi AKP Yenilecek” dediğinizde bu yürüyüşün adına, başka söze gerek bırakmamışsınız.

Sağ olun kardeşlerim, yolunuz açık olsun Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti, TKP’li Öğrenciler...

Sizi, Deniz’i yazmak isterdim, ama saldırdıkları cephe bitmiyor... Özür dileyerek bir kez daha: Deniz'in Sırrı