Zaman’dan rüya tabirleri

Egemen basının köşe yazarları ya hiç gazete okumuyor ya da okurlarının kendi yazılarından başka bir şey okumadıklarını varsayıyor olmalı. Üçüncü bir ihtimal daha var tabi “ o kadar çok yalan söyledik, sapla samanı birbirine öylesine karıştırdık ki, artık ne yazıldığının bir önemi kalmadı, milleti aptala çevirdik” diye bakıyor olabilirler. Her neyse, onlar için artık önemli olan ne söyledikleri değil, hangi duyguları harekete geçirdikleri… Bu yüzden artık birbirlerini de okumayı bıraktılar.

Zaman’ın iki yazarının bugünkü köşe yazılarından örnek verelim. Ali Bulaç bugünkü yazısında şunları söylüyor: “Türkiye'nin ağır bir ABD-Batı baskısı altında olduğu bir gerçek. Türkiye, Batı ile olan bağlantıları (NATO İttifakı, AB üyelik süreci, ABD ile model ortaklık vs.) dolayısıyla kendi başına bağımsız inisiyatif kullanamıyor. Medya tek taraflı haber ve yorumlar pompalıyor, ama gerçekler resmedildiği gibi değil.” Aynı gazetenin Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı ise, yine bugün, şunları: “Bir de Türkiye'deki kamuoyu algısı var. Sanki Amerika ve Batı bize baskı yapıyormuş da o nedenle biz Suriye'ye müdahale etmek zorunda kalabilirmişiz. Yok böyle bir şey. Suriye konusunda Türkiye yalnızlaştırılmıştır.”

“Canım ne var bunda, aynı gazetede yazıyorlar diye aynı fikirde olmak zorunda değiller ya” diyebilirsiniz pekala… Herhangi bir gazeteden değil, Zaman’dan söz ediyor oluşumuzu da önemsemeyelim, peki… Çünkü meselenin nirengi noktası bunlar değil. Alıntı yaptığımız her iki köşe yazarı da aynı duyguyu harekete geçirmeye çalışıyor, aynı “rüyaya tabir” getiriyorlar: Büyüklük duygusu ve Yeni Osmanlı rüyası.

İrancı geleneğe daha yakın olduğu anlaşılan Ali Bulaç’ın argümanının özeti şu: Türkiye, bütün baskılara rağmen İran’ı satmadı. Erdoğan’ın Tahran ziyareti, Suriye ve İran konusundaki baskılara rağmen AKP’nin bir dış müdahaleye direnişini temsil ediyordu.

Dumanlı’nın argümanın özeti ise şu: Türkiye, Suriye konusunda en fazla canı yanan, dolayısıyla bu konuda en duyarlı ülke. Türkiye, başka bir nedenle değil, bu sebepten Suriye’deki tabloya müdahale ediyor.

Yani… Her ikisi de taban tabana zıt argümanlarla aynı emperyal düşe yorum getiriyor ve aynı yorumdan bir “büyüklük” duygusu türetiyor. Yeni Osmanlıcılığın daha yoğun bir İslamcılıkla süslenmiş milliyetçi ideolojisinin kritik halkasının bu, yani “büyüklük” duygusu olduğunu çok defa yazdık. Suriye’ye yönelik provokasyona yataklık eden, İran’la ilgili Obama’nın talimatını yerine getiren Türkiye’den “Muhteşem Osmanlı” türetiyorlar. Rüya aleminde geziyor ve toplumu da tabirlerle uyutuyorlar.

Birbirlerini okumuyorlar, çünkü buna ihtiyaçları yok. Önemli olan aynı rüya aleminin içerisinde olmaları.

Peki, Erdoğan gerçekten de Ali Bulaç’ın iddia ettiği gibi, “son noktaya kadar Suriye konusunda "dış müdahale" veya "Türkiye'nin askeri müdahalesi"ne direniyor” mu? Ya da Ekrem Dumanlı’nın dediği gibi Suriye konusunda “yalnız başına” mı hareket ediyor?

Düşte görülen “muhteşem Osmanlı”dan ABD’nin askeri olma gerçeğine geri dönmek için son bir haftada gerçekleşen üç toplantıyı anımsamak yeterli.

Birinci toplantı Seul’deki Erdoğan-Obama görüşmesi. Erdoğan, mealen Suriye’ye girmeye (tampon bölge, güvenli bölge vs şeklinde) hazırız ama Obama, Rusya, Çin ve İran ekseninin daha fazla çözülmesi gerektiği kanaatinde diyordu. Bu eksenin İran bacağıyla ilgili en son girişim, ABD’nin İran’dan petrol ve doğalgaz ithal eden ülkelere yaptırım uygulanması kararı oldu. Türkiye’yi de kapsam içerisinde tuttular.

İkinci toplantı Erdoğan-Ahmedinecad görüşmesi… Burada Erdoğan, İran’dan alınan petrolün yüzde 20 azaltılacağını duyurdu. Petrol fiyatları kriz başladığından bu yana hızla artıyor, Türkiye’de enerjiye (doğalgaza, elektriğe) zam üstüne zam yapılıyor ve İran, Çin gibi ülkelere ucuza petrol satıyorken, Erdoğan “biz petrolü gemilerle Libya’dan getireceğiz” demiş oldu. Yani İran-Rusya-Çin ekseninin ilk bacağına, Obama’nın talimatı gereği, “ayağını denk al” mesajı verildi. Türkiye emekçileri için bedeli şimdilik hafif sayılır: Elektrik ve doğalgaz zamları…

Üçüncü toplantı dün İstanbul’da gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları konferansıydı. Erdoğan, yine mealen, Esad’ın emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarıyla zaten hükümsüz kılınmış olan Annan Planı’na uymayacağını, konu tekrar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gündemine geldiğinde bu kez “hak ettiği gibi” tavır alınması gerektiğini söyledi. Başka bir ifadeyle, bu defa İran-Rusya-Çin ekseninin, Rusya-Çin bacağına vurmuş oldu. Bir kez daha, Seul’de Obama’yla konuştuğu üzere…

Bu tabloya bakıp bir dirençten söz edebilmek için de, Türkiye’nin herhangi bir baskı altında olmadığını söylemek için de düş görüyor olmak gerek. Zaman yazarları ve benzerleri istedikleri kadar düş görebilirler. Ama o düş ve ondan türettikleri “büyüklük” ideolojisi Türkiye ve bölge halklarının hayatını tehdit eden bir karabasana dönüşüyorsa, bu rüyayı hayra yormak olmaz.