Tarihçi nasıl yaşlanır?

Yaşlılık, yaşla değil, herhalde en çok “bakış”la ilişkili. Bakıp görmeyene, ama baktığını gördüğünü zannedene yaşlıdır diyebiliriz.

94 yaşındaki tarihçi Eric J. Hobsbawm’ın ne kadar yaşlanmış olduğunu BBC’ye verdiği mülakattan öğrendik. Hiç yaşlanmayanlardan olamadı ne yazık ki…

Arap dünyasında ve Batı’da süren kitle hareketleri üzerine konuşuyor, “Eğer bir devrim olacaksa, o bir ölçüde buna benzeyecek. En azından ilk günlerinde… İnsanlar sokaklara dökülecek, doğru şeyler için gösteri yapacak” diyor.

Bunda bir şey yok, ama devamında var: “Olanlar bana, tek ülkede başlayıp kısa sürede bütün bir kıtaya yayılan bir başka kendinden tahrikli devrimi, 1848’i hatırlatıyor.”

Arap dünyasında olanlara bakıp 1848’i görmek tarihçinin yaşlanması bu olsa gerek.

Neden? Benzerlikler yok mu?

Hobsbawm kurulabilecek analojileri zaten kurmuş her iki süreç de kendiliğindendi ve her ikisi de tek ülkede başlayıp belirli bir coğrafyaya yayıldı demiş. Peki, bunlar tarihsel olarak 1848’le Arap coğrafyasında devam eden gelişmeleri aynı şekilde “görebileceğimiz” anlamına mı gelir?

Bir devrimden bahsetmek için meselenin merkezine “siyasi iktidarı” koymak zorundayız. Bir indirgemeyle ifade etmemi mazur görün, ama “devrim” ya siyasi iktidarın bir sınıfın elinden diğerine geçmesi ya da siyasi iktidarın dayandığı sınıf bileşiminin radikal (ve tarihsel) bir biçimde değişimidir diyebiliriz.
1848 bunlardan ikincisine örnek gösterilebilir ve Hobsbawm’ın gençliğinde pek güzel anlattığı gibi, 1848 Devrimleri esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki amansız bir savaşımdır. Sonuçta iktidardaki burjuvazinin siyasi ittifak koordinatları işçi sınıfını dışlayacak şekilde ve tarihsel olarak değişmiş, sermaye sınıfı 1848’le birlikte ilerici barutunu tüketmiştir. Siyasi iktidar düzleminde böylesi bir kaymanın tek bir ülkeyle sınırlı kalması zaten mümkün olamazdı dolayısıyla 1848 tarihsel bir kırılmayı, yani adlı adınca bir devrimi ifade etti. İktidar işçi sınıfının eline geçmedi, ama iktidarın sınıfsal bileşimi, sınıfların toplumsal mücadeleler içerisindeki ittifak olanakları vs. “tarihsel olarak” değişti.

Arap dünyasında olup bitene buradan baktığımızda ne söyleyebiliriz? Bana kalırsa ortada biçimsel bir takım benzerliklerin dışında, özsel hiçbir ortaklığın olmadığını…

Hobsbawm yaşlanmış ve gençliğindeki “bakışının” içi boşalmış kurumuş. Şöyle: “Onları birleştiren, ortak bir hoşnutsuzluk ve harekete geçirilebilir ortak güçler –modernleştirici bir orta sınıf özellikle genç, öğrenci orta sınıf ve elbette bugün protestoları harekete geçirmeyi çok daha kolay kılan teknoloji.”

Devrimden söz edilecekse sınıflardan bahsedilmesi gerektiğini hatırlıyor, ama eksik bir biçimde. Bu nedenle “harekete geçirici orta sınıf”, “harekete geçme olanağı yaratan teknoloji”den bahsediyor. Tarihçi 1848’i yazarken “küçük burjuvazinin” Şubat Devrimi’nde barikatlarda işçi sınıfının yanında savaşıp Haziran Günleri’nde barikatın öte tarafına geçtiğini unutmuş gibi. “Orta sınıflar”ın bir sınıfsal ittifak konusu olması, sınıf mücadeleleri içerisinde bir yandan ötekine savrulması yeni değil. Burada “yaşlı tarihçi bakışı” orta sınıfa bağımsız bir devrimci rol atfetmektir.

Teknolojinin bir çeşit nötr alan olduğu varsayımına dayanan yaklaşım ise, Sanayi Devrimi üzerine binlerce sayfa yazmış bir tarihçinin kendi geçmişine hakaret gibi… Teknoloji, “devrimi yayma” olanağı veriyor da sermaye sınıfına manipülasyon olanağı vermiyor mu? Arap ülkelerindeki gelişmelerden önce Batı’da istihbaratçılar tarafından “sosyal medya” eğitimi verilen gençlere ne diyeceğiz? Ya Tunus’taki olaylar başladıktan birkaç hafta sonra ABD’nin Tunus Büyükelçisinin Bin Ali’yi “kifayetsiz bir diktatör” olarak gördüğünü ileten Wikileaks sızmasına? Doğru, teknoloji büyük olanaklar yarattı, ama bu her iki taraf açısından böyle. Eskiden yıllar alacak bir istihbarat operasyonu artık saatler içinde gerçekleştirilebiliyor.

Hobsbawm’ın köhnemiş fikirlerini “sol”a getirmemesi ise beklenemezdi. Getiriyor ve şöyle diyor: “Geleneksel sol, artık var olmayan ya da iflas etmekte olan bir topluma bağlıydı. Bu sol, geleceğin taşıyıcısı olarak kitlesel emek hareketine fazlasıyla inanmıştı. Ama artık sanayisizleştik, dolayısıyla bu artık mümkün değil.”

Demek sanayisizleşme işçisizleşme anlamına geliyor! Sanayi işçiliğinden düşenler de kendiliğinden orta sınıfa yükselmiş olmalı…
Emek sürecinin, teknolojinin, üretici güçlerin dönüşümü -Hobsbawm’ın deyişiyle- geleneksel solun her zaman ilgi alanı içerisinde yer aldı. Bütün bu süreçlerdeki dönüşümlerin işçi sınıfı üzerindeki etkileri ve bunların siyasi sonuçları konusunda da binlerce sayfalık bir külliyatımız var. Bunları tartışıyor, anlamaya çalışıyor, siyasi stratejilerimizi bu değerlendirmeler üzerine yeniden ve yeniden kuruyoruz. Ancak bunu yaparken bir “inancı” değil, teorik bir bakışı hiçbir zaman yitirmiyoruz: İşçi sınıfı –onun şu veya bu kesimi değil, bir bütün olarak işçi sınıfı- içinde yaşadığımız düzeni değiştirmeye muktedir yegane sınıftır.

Bu nedenle son bir yılda dünyadaki toplumsal olaylara bakıp, Arap ülkelerindeki gelişmelerle heyecanlanan ve “yeni”yi ille de burada arayanların neden Yunanistan’ı görmediklerini hiç anlayamadık. Gerçek bir devrime, yani siyasi iktidarı sermaye sınıfının elinden almaya yakın olan hangisi?

Yaşlılık yaşla değil, bakışla ilişkili… Burnunun ucundaki görmekten aciz olup, pisliğin içinde boncuk arayana yakıştıracak bundan daha hafif bir sıfat bulamıyorum.