Obama inerken Erdoğan yükselebilir mi?

2 Kasım’da yapılan ABD ara seçimlerinin ilginç bir sonucu, ülkenin büyük bölümünde nal toplayan Demokratların California eyaletinde kazanması oldu. İlginçlik şurada: California eyaleti 2007’de başlayan ekonomik çöküşün sembolü durumunda. Malum, California denilince akla Hollywood ya da Silikon Vadisi gibi ABD emperyalizminin önemli taşıyıcı direkleri geliyor. Ama çöküş başladıktan sonra bu taşıyıcılar kapının önüne konan milyonlar için tıpkı Wall Street gibi tüketimci statükonun sembollerine dönüştü. Ortada hayli ironik bir durum var: “Değişim” diyerek iktidara gelen Obama statükonun kabesinde “zafer” kazandı.

Bu zaferin bir bedeli bulunuyor. Alexander Cockburn counterpunch.com sitesinde yayınlanan seçim analizinde California’daki zaferi Hispanik nüfusun Cumhuriyetçilerden nefret etmesine bağlıyor. Bu ne kadar genellenebilir bir gözlem bilemiyorum, ancak Cockburn’un California için anlattığı hikayenin bir gerçekliği bulunduğunu sanıyorum. Cockburn doksanların ortalarına kadar Cumhuriyetçilerin kalesi sayılan California’da Demokratlara kayışın tek bir sorumlusu olduğunu söylüyor: 1994’te yine bir ekonomik kriz döneminde şimdiki Çay Partisi faşistlerine benzer bir dalganın sözcülüğüne soyunan Cumhuriyetçi Pete Wilson, seçimi kazandığı takdirde eyalette yasadışı göçü önlemek üzere yasal belgelere sahip olmayan ailelerin çocuklarını okullardan atmayı öngören bir kanun çıkaracağını vaat ediyor. Daha iyi anlaşılsın diye belirteyim burada söz edilen çocukların ABD’de doğmuş olmaları, dolayısıyla ABD vatandaşı olmaları bir şey değiştirmiyor. Yani bir anlamda Vali Wilson California eyaletinde vatandaşlık hakkını ortadan kaldıracağını ilan ediyor ve seçimi kazanıyor, ancak söz konusu kanun tasarısı anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yasalaşamıyor. Bu tartışmanın öfkelendirdiği California sakini göçmenler -elbette yasal olanlardan söz ediyoruz- seçmen kayıtlarını yaptırarak oy kullanmaya başlıyorlar. 1998’e kadar seçmen sayısı iki katına çıkıyor ve Demokratlar bundan sonra eyalette seçimleri kazanmaya başlıyorlar.

Şimdi gelelim çöküşün sembolü haline gelmiş bir eyalette göçmenlerin desteğiyle zafer kazanmanın bedeline… Bundan sonra Cumhuriyetçilerin çoğunluk sağladığı Temsilciler Meclisi’nde oluşturulacak Yargı Komitesi’ne ve onun göçmenlerle ilgili alt komitesine iki Cumhuriyetçi senatör başkanlık edecek. Bu komitenin Wilson Tasarısı benzeri tasarıları yeniden gündeme getirmesi ihtimali hayli yüksek… Obama göçmen düşmanı politikalara direnmeye kalkışırsa Wall Street bankerlerinin koltuğunun altına girerek ülkeyi batırdığı yönündeki imajı biraz daha pekişmiş olacak. Direnmemesi durumunda ise milyonlarca göçmenin desteğini yitirecek. Her durumda kaybedecek olan Obama muhtemelen iflasın sembolü olan California’da kazandığı zaferle ne yapacağını da en az kaybettiği eyaletlerden daha fazla düşündürüyor.

Bu, Obama’nın elindeki sıcak kestanelerden yalnızca bir tanesi… “Değişimci” Başkan uluslararası bir medya kampanyasıyla parlatılıp göklere çıkarılırken bu kadar kısa bir süre içinde bir eziğe dönüşebileceğini herhalde hesap etmemiştir. Şimdi kavrulan ellerine merhem arıyor, bulamıyor. Financial Times’da yayınlanan bir seçim sonrası değerlendirmesinde ezik Başkan için aynen şunlar söyleniyor: “2008’in büyük iletişimcisi Beyaz Saray’da açıklanamayacak ölçüde alık bir görüntü çiziyor.”

Bu düşüşün bizi ilgilendiren boyutuna geçtiğimiz hafta Gamze Erbil köşesinde işaret ediyordu: Mucize peşinde koşan, hiperaktif ve pek şovmen AKP diplomasisi duvara toslamak üzere… Sevgili Gamze bunu tespit ettikten sonra şu kaydı düşüyor: “Savaş hali ise, diplomasiyi hizaya sokar. AKP dışişleri netleşmek zorunda kalır. İşte o zaman ise, mucizelerin para etmeyeceği bir tablo ile karşı karşıya kalınacak, söz konusu senaryo ‘ılımlı İslamcı-Osmanlıcı’ projenin felaketi olacak.” Kendi adıma bunun projenin felaketi mi olduğundan emin değilim.

Meseleyi şu şekilde de ortaya koyabiliriz: Obama düşerken Erdoğan yükselebilir mi? Göbeğini ABD’ye böylesine bağlamış bir iktidar ve onun lideri, emperyalist merkezde bir siyasi hacamat gerçekleşirken bundan hiç yara almadan sıyrılabilir mi? Evet, Erdoğan ve partisi göbeğini Obama’ya değil, emperyalizme bağladı. Ancak yine de Obama uluslararası medya oligarşisi tarafından yaldızlara bulanırken onun ışıltısından en fazla pay alan politikacılardan bir tanesi Erdoğan olduğunu unutmamak gerekiyor.

Gerçekleşmekte olan “Başkan halletme” operasyonunun uluslararası politikada önemli sonuçlar doğuracağı şimdiden görünmekte. Yazılmış bir senaryonun bulunmadığını söylemeye gerek yok. Ama bir dizi sürtüşmeye neden olan hiperaktif diplomasinin emperyalizm nezdinde “yetti gayri” tepkisi yarattığının örneklerini şimdiden görüyoruz. Füze kalkanı tartışmasında gelinen nokta budur ve Türkiye dış işleri bu defa oyunculuk kabiliyetini bir hayli yitirmiş görünmektedir. Geçtiğimiz hafta yapılan görüşmelerden sonra basına yansıyan karar bu kötü oyunculuğun doruk noktasıdır. Efendim, Türkiye’nin iki şartı olacakmış: Birincisi kalkan Türkiye’nin her noktasını kapsayacak ve ek sistemlerle desteklenecek, ikincisi NATO belgelerine tehdit olarak hiçbir ülkenin adı yazılmayacakmış. Ekim ortasında Davutoğlu’nun Brüksel’de bu politikayı zaten açıklamış ve “Biz Soğuk Savaş mantığı veya yaklaşımı içinde, herhangi bir bloklaşmaya yol açabilecek tanımlamalardan uzak kalınması gerektiğini düşünüyoruz” demişti. Rusya’nın ABD’deki ara seçimlerin hemen ardından yeni bir silahsızlanma anlaşmasını müzakere etmeyi askıya aldığı, İranlı diplomatların “Gazze ve Filistin meselesinde devrimci bir tavır alan Erdoğan’ı Amerika’nın baskısına boyun eğmemeye” çağırdığı bir dönemde Davutoğlu’nun “bloklaşmaya yol açmamaktan” dem vurarak kalkana “evet” demesine, iki hafta sonra ise önce Erbil’e sonra Bağdat’a koşup Irak’ta hükümet kurulması için bastırmasına hafif tabirle kötü oyuculuk denir. Bölgede Obama’nın yaldızlarının hızla döküldüğü bir döneme doğru gidiyoruz ve onun parıltısıyla şovmenliğe soyunanların da bundan nasibini alması kaçınılmaz.

Ama bunun kesin olarak Erdoğan’ın inişine neden olacağını söyleyebilmek için bir gerek şartın yerine getirilmesi zorunluluğu var. Bunun için öncelikle devletlerarası politikayı solun erişim alanının ötesinde, fazla büyük ve uzak bir alan olarak görme yanılgısına düşmemek gerekiyor.

Füze kalkanının sessiz sedasız kabul edildiği deklare edilirken ülkenin Kılıçdaroğlu’nun Sav’a yazdığı teşekkür mektubuyla ve CHP Genel Merkezi’nin hangi katında kimlerin ikamet ettiğiyle meşgul olması Erdoğan’a verilen bir armağandır. Buradan “aman CHP’deki tartışmalar büyütülmesin” sonucunu çıkartmak ise ahmaklığın daniskası olur. Sonuç bellidir: Ülkenin bağımsızlığını, bölge barışını önemseyen bütün toplumsal güçler bütün gücüyle Erdoğan’ın yaldızını kazımaya başlamalıdır. Nesnellik bunun için uygundur.