Altın Bileziği Çaldırmak

Haftasonu İspanya-Türkiye maçını izleyenlerin muhakkak gözüne çarpmıştır. Saha kenarındaki panolarda yer alan reklamların çoğunluğu Türkiye'den dershane ve hastane ilanlarıydı. Bilmem ne dersanesinden, bilmen ne hastanesine değişip duran reklam panoları imgesinin üzerine yorumcunun "İspanya bize çok saygı duyuyor" ve "otuz dakika dayanabildik" cümleleri biniyor, bir de arada sırada Fatih Terim'in anormal mimik ve jestleri karışıyordu.

Futboldan anladığımı söyleyemem, ama bariz olan tablo şöyle betimlenebilir sanıyorum: Türkiye takımı herhangi bir sistemi olmayan ve rakibin oyununu kabul eden, bazı bireysel yeteneklerin performansına ve şansa bel bağlamış bir ekip. Bu tablonun üzerine bol dersane ve hastane reklamı ve belli ki batılıların egzantrik buldukları bir tuhaf teknik direktörü de eklediğinizde, günümüz Türkiye'sinin siyasal iktisadıyla analoji kurmaya elverişli bir görünüm ortaya çıkıyor.

Analoji şuradan başlatılabilir: Kalkınma denilen süreç bir omurga, yani bir siyasi ve iktisadi bir bütünlük gerektirir. Bu bütünlük dış ticaret politikasından tutun, istihdam politikasına, maliye ve sanayi politikasına kadar birçok alanın eşgüdümlü ve tutarlı bir doğrultuda ilerlemesi anlamına gelir. Bu bacaklardan bir tanesi eksik kaldığında "omurga" gövdeyi taşımaz er ya da geç çöker.

Omurgaya sahip olmak, bir, siyasi irade meselesidir, iki, maddi birikim ve altyapı sorunudur. Siyasi irade, yani bağımsız politika yapabilme becerisi olmadan ayakta durmak mümkün olmayacağı gibi, bu, kalkınma sürecini "hızlandıran" bir maddi birikim süreci oluşturulmadan da mümkün olmaz. Sanayi bu nedenle, ekonominin diğer bütün sektörlerine girdi sağlayan, emek üretkenliğini artıran ve üretim ve istihdamın artışında en yüksek çarpan etkisine sahip sektör olduğu için, kritik halkadır.

Altmışların sonlarından itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayi üretimi hacminin ve sanayi istihdamının "göreli olarak" azalması bu değerlendirmeyi yanlışlamamaktadır. Bu sürecin ardında yatan temel dinamiğin, sanayide azalan kâr oranlarını yeniden yükseltmek amacıyla emperyalist ülkelerden sermaye ihracının hızlanması olduğunun altı çizilmelidir. Sanayi sermayesinin ihracını kolaylaştıran teknolojik faktörlerin de yardımıyla yoğunlaşan bu hareket, emperyalist ülkelerde değerlenme sorunu yaşayan sermayenin elde ettiği kâr oranının artırılabilmesini sağlamış, ayrıca bu ülkelerde istihdam, dolayısıyla ücretler üzerinde bir basınç oluşturarak içerideki sömürü oranının yükseltilmesine de yol açmıştır. Sonuç olarak, sermaye böylece bir taşla iki kuş vurmuştur.

Elbette işçi sınıfına karşı böyle bir saldırının başarıyla yürütülmesi için sürecin meşrulaştırılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır ve "sanayi sonrası toplum" masalları da bu gereksinimi karşılamak üzere ortaya atılmıştır.

Emperyalist ülkelerde sanayisizleşmeye ilişkin, bu ülkelerin sermayesinin uluslarası sistemdeki konumları nedeniyle sanayi üretiminden sağlanan katma değerin çoğunluğuna el koymaya devam ettiğinin ve üretkenliğin, dolayısıyla kâr oranlarının yüksek olduğu sektörlerde de üstünlüklerini koruduklarının altını çizmek gerekir. Sermaye açısından üretimin nerede gerçekleştiği değil, artı değere kimin el koyduğu önem taşımaktadır ve bu açıdan bakıldığında emperyalist ülkelerin sanayi sektöründeki üstünlüğünde değişen bir şey bulunmamaktadır.

Meseleye öteki tarafından, bağımlı ülkeler kuşağından, baktığımızda emperyalist ülkelerden göçen sanayi sermayesinin bu coğrafyaların sanayileşmesini sağladığını söyleyebilir miyiz? Örneğin bu şekilde bağımlı ülkelerin yeni teknolojileri ithal ederek, gelişmiş kapitalist ülkeleri yakaladığını gözlemleyebiliyor muyuz?

İki sorunun yanıtı da olumsuzdur. Birincisi, bu, bağımlı ülkelere seçme şansı veren bir süreç değildir. Emperyalizm, göreli özerklik anlamına gelecek bu tür inisiyatifleri ortadan kaldırmak üzere pek çok araca sahiptir ve bunların başında sermayenin ihraç edildiği ülkelerin siyasi bağımlılığı ve kendi aralarındaki rekabete zorlanmaları gelmektedir. İkincisi, teknoloji ithal edilmesi, teknolojiyi üretme becerisi kazanılması anlamına gelmemektedir. Ve zaten belirttiğimiz gibi, yeni teknolojileri üretme tekeli emperyalist ülkelerin elinde bulunmaya devam etmektedir.

Öyleyse daha altmışlı yıllarda "bağımlılık okulu" kuramcılarının saptadığı eklektik üretim yapısı bu coğrafyaların belirleyici özelliği olmayı sürdürüyor. Ülkeler arasında göreli farklar olduğu doğrudur ve bu göreli farkları belirleyen önemli bir unsurun yukarıda belirttiğimiz anlamda, bir omurga işlevi gören kalkınma politikalarını geliştirebilme inisiyatifinin düzeyi ile ilişkili olduğu da vurgulanmalıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye kesin olarak bir sanayisizleşme süreci yaşamaktadır. Bunu sanayi üretiminin hacmi ve sanayi istihdamı gibi değişkenlerde uzun dönemli bir zamansal eğilim olarak saptamaya çalışmak yanıltıcı sonuçlar verecektir. Çünkü böyle bir analiz, Türkiye sanayisinin dışa bağımlı, parçalanmış ve eklektik yapısını gözden kaçıracaktır. Oysa sanayisizleşme, bağımlı ülkelerde özellikle bu anlama gelmektedir.

Sanayisizleşmenin başka bir önemli veçhesi de, emekgücünün hızla değersizleşmesidir. Bu hem yüksek düzeyli işsizlik olarak hem de emekgücünün nitelik yitirmesi olarak anlaşılmalıdır. Yıllar içinde edinilen, eğitim ve deneyim gerektiren niteliklerin, dışa bağımlı ve parçalanmış üretim yapısında sıkça yaşanan çöküşlerle hızla kaybedilmesi, esas itibariyle iktisadi varlıkların yitirilmesinden başka bir şey değildir. Bir kaynak ustasının otelde komilik yapması, bir CNC operatörünün üniversitede temizlik işçisi olarak çalışması ve benzeri onlarca örnek gösterilebilir. Yüksek ve kronik işsizlik altında bu, geri dönüşü olmayan bir yoldur.

O halde sanayisizleşme, üretimin daha fazla parçalanması ve dışa bağımlı hale gelmesi ile birlikte, işçi sınıfının daha fazla yoksullaşması ve "altın bilezik" sahibi olmaktan, "ne iş olsa yaparım"a doğru yelken açması anlamına da geliyor. Türkiye'nin bir felakete doğru gidişinin sınıfsal arka planına ilişkin yaptığımız değerlendirmeler arasına bu noktayı da eklemek gerekiyor.

Kalkınma ve onun kritik halkası olan sanayileşme, bir ülkenin omurgaya sahip olmasını gerektirir dedik. Türkiye'nin hiçbir zaman tam anlamıyla dik durmasını sağlayamamış olan omurgası, artık büsbütün sökülüp atılmıştır ve yerine otel, market, özel hastane ve dershane zincirleri yerleştirilmiştir. Bu haliyle Türkiye, "bize çok saygı duyuyorlar" cümlesinde özetlenen aşağılık kompleksine gömülmüş, takati ilk otuz dakikadan fazlasına yetmeyen ve rakibin oyununu kabul etmeye mahkum bir takıma benzemektedir. Ve bu takımın "teknik direktörlüğü"nde, altın bilezik hırsızı egzantrik bir tip bulunmaktadır.

Analojiyi bu noktada terk etmek ve bunun bir "takım oyunu" değil, bir avuç para babasının marifeti olduğunu haykırmak gerekiyor... Omurgayı yerine çakmak ve bileziği çaldırmamak için başlangıç noktası budur.